Benim için Mihrac Ural’ın hiçbir değeri yoktur. Adını anmak bile bana eza oluyor . Bu yazıları yazmak zorunda olduğumu hissediyorum. Binlerce insanın aşından işinden sağlığından olduğu, uğruna ölümlere gidip geldiği, hapislerde yattığı, işkenceler gördüğü, genç yaşta öldürüldüğü yüce değerleri kullanarak kirletmeye çalıştığı için yazmak zorundayım. Sadece ben mi yazmalıyım? Elbette hayır!..
Herkes yazmalı. THKP-C/Acilciler örgütüne emeği geçmiş, devrim ve sosyalizm mücadelesine örgütümüz çatısı altında omuz vermiş, gücümüze güç katmış, sosyalizmin sosyal siyasal ve ahlâksal değerlerine inanmış, mücadele içinde sorumluluk almış, kelle koltukta militanlık yapmış, sempatizan düzeyinde elinden geldiğince mücadeleye destek vermiş herkes yazmalı. Gerceği yazmalı, bildigi gerçekleri yazmalı. Abartmadan ama acımadan yazmalı. Mihrac istediği kadar bagırsın çağırsın “bir yerlere mesaj veriliyor” diye gerçekleri sulandırmak istesin, hiçbir önemi yok. Çünkü, deşifre edilen hiçbir şey yok da ondan. Varsa söylesin, bilinmeyen ne var? Bilmemesi gerekenlerin bildiği şeyleri, bilmesi gerekenlerden mi saklayacağız? Yazılan şeylerin hepsini herkes biliyor. Yazılanlar yıllardır biliniyor. Dilden dile, kulaktan kulağa anlatılıyor. Mihrac Ural, hop oturup hop kalkıyor. “Mesaj veriliyor!..“ diyor. Desin, daha önce bilinmeyen ne var? Bir tanesini söylesin, ben de ona onun yeni değil, yirmi senedir bilindiğini ispat edeyim. Mihrac Ural’ın dediğine bakmayın. O kendi suçlarının deşifre edilmesine kızıyor. Unutuldu sanıyordu, unutulmadığı için uykuları kaçıyor. Mihrac Ural’ın, “Hatay Sorunu ve Suriye” dışında yazdığı yazıların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. İnanarak değil, gerçek kimliğini perdelemek için yazdığı şeylerin elbette değeri olmaz. Olmamalı da zaten. Mihrac’ın, artık tek bir sorunu var. O da şu; bulunduğu alanda, “hiç olmazsa küçücük bir değer olarak” görülsün. Öyle anlaşılıyor ki, bunca çabasına çırpınmasına rağmen onu bile başaramadı.
Mihrac Ural “Kürt Sorunu” üzerine yazı yazar ama, Suriye’deki Kürtler onu ilgilendirmez, onun asıl derdi “Hatay Sorunu”dur. Önemli değil, yazsın ama adam gibi yazsın. Sahte demokrasi havarisi edasıyla değil. Asıl amacını yazsın. Kabul görür ya da görmez, bu başka birşeydir. Mihrac bunu yapmyor, devrimci kamuoyunda genel kabul gören Kürt gerçekliğinin ardına gizlenerek hedef şaşırtıyor. Asıl sorunu sulandırıyor. « İlhak edilmiş komşu ülkelerin toprak parçalarında yaşamını sürdüren emekçi halklar, ayrıcalıklı baskıya maruz kalmakta, milli değerlerine sahip çıkmaları engellenmektedir. Başta Kürdistan’ın ilhak edilmiş kuzey-batı kesiminde yaşamını sürdüren emekçi halkın yanısıra, Suriye’den ilhak edilen Hatay’ın emekçi halkı tüm tekelci yüklerin altında bulunmalarına rağmen bu baskılara maruz kalmaktadırlar. » (Yıl 1981, Cephe, sayı 1, Eylül)
Örgütsel tarihimizi birazcık olsun bilenler, 12 Eylül öncesi dönemde Acilciler örgütünün böyle bir sorunu olmadığını çok iyi bilirler.
Dikkat ediniz: 1981 yılı, 12 Eylül faşizminin en kanlı dönemini yaşıyoruz. Böyle bir dönemde tek sorun Hatay’mış gibi sunuluyor. Bir defa değil, defalarca yapılıyor. « Kürdistan’ın ilhak edilmiş kuzey-batı kesiminde yaşamakta olan emekçi halk kendi kaderini kayıtsız şartsız biçimde tayin edecektir. Anavatanı Suriye’den ilhak edilmiş Hatay’da yaşamakta olan emekçi halk kendi kaderini kayıtsız şartsız biçimde tayin edecektir. » (Yıl 1981, Cephe, sayı 6-7-8, Geciş Dönemi Devrim Hedeflerimiz)
Hatay Sorunu asıl sorun, Kürt Sorunu görüntüyü kurtarmak için öylesine ekleniyor. Öyle olduğu daha sonra açık açık sırıtıyor.
« Hatay Sorunu da diğer birçok sorun gibi Türkiye egemen güçleri tarafından on yıllardır oldu bittiye getirilerek unutturulmaya çalışılmaktadır. ... Hatay Sorunu’nun gereği gibi emekçi güçlerin lehine çözüme kavuşturulması ... Hatay insanlık tarihinde uzun geçmişe sahip bir alandır. Değişik insan topluluklarına, uygarlıklara yataklık etmiştir. Burjuvazinin Hatay’ın ilhakı konusunda en çok dayanak etmeye çalıştığı, referandumun sonucu ”halkın çoğunluğunun istemiyle” katilimını gerçekleştirdiği anlayışıdır; oysa, yapılan referandum tam anlamıyla anti-demokratiktir. Hatay Sorunu, komünist mantıktan uzak kimi küçük burjuvaları tedirgin edecektir elbette... » (Yıl 1982, Cephe, sayı 9-10, Emekçi Halkın Direnişi Filizleniyor)
Görülüyor ki, Kürt Sorunu’yla “Hatay Sorunu” yanyana konularak hedef saptırılıyor. Bulanık suda balık avlamak isteyen ağababalarının talimatlarıyla sahibinin sesi olarak örgütümüzü kullanıyor. Devam etmenin hiçbir anlamı yok. Son derece sınırlı sayıda basılan Cephe dergisinin her sayısında asıl sorunun Hatay olduğunu bilmeyen yok. Kürt Sorunu konu ediliyormuş gibi girilen her yazıda “Hatay Sorunu”nun esas alındığını görmek mümkün. Mihrac Ural’ın 12 Eylül’den kısa süre önce Suriye’ye geçer geçmez Hatay’ın “Anavatan Suriye’nin ilhak edilmiş Liva İskenderun Sancağı ”olduğunu keşfetmesi bazı şeylerin ipucunu veriyor aslında. Yorum okuyucuya ait olsa da, daha sonraki gelişmeler kuşkuya yer vermeyecek kadar açık oluyor.
Örnek veriyorum, bir: 10 Aralık 1988 tarihli Milliyet gazetesinin birinci sayfasında Rafet Ballı imzalı manşet haberin başlığı “Paris’te Acilci Operasyonu“dur. Haberin ayrıntıları aynen şöyledir. « Türkiye’de bombalama ve suikast eylemleriyle taninan “Acilciler” örgütüne karşı Fransız polisi başkent Paris’te geniş çaplı bir operasyon düzenledi. Operasyonda örgüt lideri Mihrac Ural’la birlikte 15 kişi yakalandı. Acilciler’in evinde Suriye istihbarat örgütünden olduğu ileri sürülen üç kişi daha ele geçti. Fransız polisi Acilciler’in Suruye Muhaberatı’ı ile işbirliği halinde çeşitli eylemlere hazırlandıkları yolundaki iddiaları soruşturuyor. Bazı sol çevreler tarafından da “Hatay Kurtuluş Örgütü haline geldiler” diye nitelenen “Acilciler” geçtiğimiz günlerde bölündü ve ayrılan grup TKEP’e geçti. ... Gözaltına alınanlar arasında Murat Sahillioğlu, Hasan Baklacı, Nihat Yılmaz, İbrahim Yalçın, İmam Kılıç adlı kişiler de vardı. Polis soruşturmasında “Murat Sahillioğlu” adını kullanan ve bu isimle Fransaya iltica etmiş olan kişinin Mihrac Ural olduğu belirlendi. Mihrac Ural,12 Eylül 1980 müdahalesinden birkaç gün önce Adana Cezaevi’nden kaçarak Suriye’ye geçmişti. Ural, Suriye devlet baskanı Hafız Esad’ın kardeşi Cemil Esad’ın sekreteri olan arap bir kadınla evlenmişti. ... » Haber aynen böyle devam ediyor. Mihrac’ın Fransa’ya gelme nedeni, Türkiye’de “Büyük Balık Operasyonu” sırasında örgütümüzün bizzat o operasyonda yer alan Türkiye sorumlusu ile Ege bölge sorumlusu dahil 50 civarında yoldaşın benimle birlikte örgütten ayrılmasıdır. Bu dönemde, Ali Sönmez dışındaki tüm yoldaşlar TKEP’e geçti. Mihrac Ural adının geçtiği her yerde, Suriye Muhaberat’ının da anılması tesadüf olamaz.
Örnek veriyorum, iki: Yıl 1998. Aradan 10 yıl geçmiş. 15 Ekim 1998 tarihli SABAH gazetesinın birinci sayfasında Saygı Öztürk’ün yazdığı haberin başlığı “Suriye Casusu’na Suçüstü“ gazeteye manşet olmuş. Mihrac Ural yine Muhaberat ile birlikte manşete çıkmış. İlgilenen herkes 15 Ekim 1998 tarihli Sabah ve Milliyet gazetesini açıp okuyabilir. Askeri tesislerin fotoğrafları, Suriye istihbarat örgütü Muhaberat ve Mihrac Ural aynı haberin konusu olmuş. Mihrac ural, bütün bunlara “yalan haber” veya ”burjuvazi’nin oyunu” diyebilir mi? Evet, aynen öyle diyecek. Bir yandan devrimcilere demokratlara kamuoyuna “bu bir burjuva yalanıdır” diyecek, diğer yandan Suriyeli yoldaşlarına “eylemin başarısız olduğunu ama birgün mutlaka başarılacağını” söyleyecek. Görüldüğü gibi, Mihrac Ural ruhunu şeytana satmıştır. “Hayır satmadım!..” dediği zaman ”satış belgesi“ni önüne koyarlar. Cephe dergisinin 1986 Şubat tarihli 6’ıncı sayısının Orta-Doğu eki bu belge’nin ta kendisidir. Belgenin başlığı, “Suriye’de Parlemento Seçimleri“dir. Yazının altındaki imza, Hanna Maptunoğlu’dur. Hanna yoldaşın 17Kasm1983’te öldürüldüğünü biliyoruz. Bu yazının gerçek yazarı Mihrac Ural’dır. Bakın ne yazmış:
« ... tüm halk demokrasilerinde sosyalist demokrasilerde kitlesel kuruluşların toplumsal yaşamında yaptiırm gücüne sahip olduğu ülkelerde durum tamamen farklıdır. Burada parlemento tek yaptırım gücü değildir. Devlet emekçilerin devletidir. Nitelikçe ve biçimce halk ya da prolateryanın egemenliği altındadır. Bir burjuva kesimin diğerine karşı mücadelesinde yararlanma duygusu ve eğilimi yoktur. ... parlemantodaki değişim militan adayların yer değiştirmesidir. Bu yüzden seçim dönemi özel ve ayrıcalıklı bir dönem değildir. Tüm kitlesel alanlar yaşamda etkin yaptırım gücüne sahiptir. Hatta bu tür ülkelerde burjuvazinin halktan yalıtılmış olması amacıyla oluşturduğu ayrı bir kurum olarak parlemanto yoktur. Halk kongreleri, sovyet meclisi gibi üyelerinin dolaysız denetimi altındadır. Suriye’deki seçimlere karşı halkın olağanüstü bir ilgisinin olmamasında da aynı nedenler yer almaktadır. 1963 mart devrimi ile Suriye işçileri ve köylüleri bölgemizin en büyük kazanımını elde ettiler. Özellikle sendikalar kooperatifler vb. tüm kitle örgütleri olağanüstü bir özgürlüğe ve demokratik mudahale olanağına kavuştular. Kendi gazeteleri radyolari planlamaları vb. ile sosyal ve iktisadi yaşamda etkin yer almaya başladılar. En önemlisi de Dünya’da yalnızca Suriye’de uygulanan sendikaların kanun yapma yetkisidir. Bu noktanın anlamı çok büyüktür. Halk demokrasisinin boyutu ile burjuva demokrasisinin aldatıcı özgürlüğü karşısında örnek bir durumdur. ... »
Bir an için bu yazının altında imza olmadığını düşünün, sıradan bir kişiye okutun ve sorun. Bu yazı kime ait olabilir? Kesinlikle eminim, alacağınız cevap; “Suriye Baas Partisi yayın organı başyazarı olan palavracınındır!..“ diyecek ve çok abartılı olduğunu da ekleyecektir. Bu yazının “yazar”ı Mihrac Ural’dır. Ve yine ne yazık ki, bu yazının altına, ölümünün üzerinden 3 sene geçmesine rağmen, intikam alırcasına Hanna Maptunoğlu imzası atılmıştır. Kendisine devrimciyim sosyalistim diyen bir kişinin bile bu yazının içeriğine katılacağını sanmıyorum. O halde, Mahir Çayan’dan İlker Akman’dan Yüksel Eriş’ten bize kalan değerlerimizi devrimcilik adına kirletip kendi pis emellerine alet eden bir kişiyi deşifre etmek ve yüzündeki sahte devrimci maskeyi yırtıp atmak gerekmez mi? Sessiz kalmak, susmak, gerçeği bildiği halde konuşmamak, işlenen suçlara ve yapılan ihanetlere ortak olmak değil midir? Mihrac Ural’ın Suriye’yi korumak kollamak ve “Müslüman Kardeşler”örgütünden gelen tehditleri ortadan kaldırmak için “görevli” olduğunu, bu tespitleri yaparken asıl niyetini ve ne yapmak istediğini bilmiyorduk. Görevlerini “yoldaş” dediklerine yaptırmak amacıyla konuyu elinden geldiğince “teorik“(!) zemine oturtmaya çalışıyormuş.
Bakınız neler yazmış!.. « Suriye silahlı kuvvetleri ve ilerici yönetimi, yapmakta olduğu açıklamalar ve başlattığı görüşmeler, Filistin devriminin yalnız bırakılmayacağını ilan ediyor. » diyerek, Suriye’ye karşı sempati havası yaratmaya çalışmış. Bu kadarı yememiş. « ... Suriye’de siyasal etkinlikleri kırılmış olan sermaye gücünün, emperyalizm güdümünde örgütlenen Müslüman Kardeşler vasiıasıyla gerici müdahelelerini, ilerici yönetime ve Suriye’nin emekçi halkına karşı kanli bir şekilde yürütmektedir. » diyerek, durumdan vazife çıkartmakla “görevli“ olduğunu itiraf etmiş. Vazife; örgütümüz militanlarına, ilerici Suriye yönetimini gerici saldırılardan koruma ve kollama görevi olarak ifade edildi. “Müslüman Kardeşler” örgütü hedef olarak gösterildi. Hiçbir sorunumuz yokmuş gibi, bir kısm samimi militanımız bu tür sapkın amaçlara hizmet etmek için mevzilendirildi. Paris’te “Müslüman Kardeşler” örgütü militan ve yöneticilerine karşı mevzilendirilen yoldaşlar, bir süre sonra, Mihrac Ural’ı terkettikleri için Paris sokaklarında önleri kesilerek kaçırıldı (Cabir ve İsa arkadaşlar) ve işkence edilerek « İbrahim Yalçın’ın yanında tavır aldık, kandırıldık, pişmanız. İbrahim Yalçın MİT ajanıymış!.. » diye zorla imzalattıkları yazılardan sonra serbet bırakıldı. Mihrac Ural’ın elinden bu şekilde kurtulan bu arkadaşlar ilk fırsatta benim yanıma gelerek uğradıkları zulmu anlattılar. Kaçırıldıkları sırada ölümle tehdit edilen bu arkadaşlara özellikle, “... daha önce örgütün size verdiği görevleri kimseye söylemeyin!..” diye tembihler yapıldı. Bu ve buna benzer devrimci ilişki ve ahlâkla hiçbir ilgisi olmayan sapkınlıkların doğal sonucu olarak yığınla insanımız devrimci mücadelenin dışında kaldı.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün en etkin gücü El Fetih ile örgütümüzün düşman edilerek karşı karşıya getirilmesini aklı başında olan hiçbir devrimci tasvip etmez. Bir örnek; Paris’te yaşayan Antakyalı Cabir konuşmalıdır. Paris’te, Saint Michel Metrosu’nun 7 kat yerin altındaki metro istasyonunda, ”Müslüman Kardeşler” örgütü yöneticilerine karşı aldığı görevi niçin yapmadı? O zaman, koyduğu devrimci tavrın arkasında durmalı ve « Ben buraya bu işler için gelmedim. Bana halk düşmanı bir faşisti hedef gösterin, bunu değil!.. » diyerek karşı çıktığını ve verilen görevi niçin yapmadığını anlatmalıdır.
Yüreğindeki tertemiz duygularla devrim ve sosyalizm mücadelesine omuz vermeye çalışan yüzlerce insanı, kendi kirli emellerine alet etmek uğruna mücadeleden soğutan, sosyalizm davasından uzaklaştıran ve hatta karşı cepheye iten bu anlayışın devrimcilikle ilgisi ilintisi olabilir mi? Sahte ve iki yüzlü söylemlerle kulanabildiğin kadar kullan, kullanamazsan anti-propaganda yaparak karala, ajandır polistir diyerek tecrit etmeye kalk, “Biz örgütüz, sana kimse inanmaz!..” diyerek tehditler yap ve halâ devrimci olduğunu iddia ederek pis emellerini gerçekleştirmeye çalış!.. Peki, nereye kadar?..
Acilciler; 12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde ülkeyi terkederken, Suriye’de kalmaya yerleşmeye değil, bir süre sonra geri dönmek amacıyla Suriye üzerinden Filistin’e gitmek için yola çıktı. Filistin’de Filistinli örgütlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf olmak istemedi. Buna rağmen, taraf edildi. Mihrac Ural adlı hainin bilinçli planlı programlı ihaneti nedeniyle, istihbarat örgütlerine peşkeş çekilerek yok edildi. Orta-doğunun devrimci çemberinin merkezi olarak bildiğimiz Filistin’de, Filistinli örgütlerden, Suriye yanlısı olanlarını“dost”, diğerlerini “düşman” ilan ederek, yoldaşlarımız ölüme gönderildi.
Mihrac Ural yazıyor: « El Fetih hareketinin “diplomasi kahramani” Yaser Arafat, Filistin davasının birincil düşmanı İsrail siyonizmi dururken, bölgede tek ilerici kale Suriye’yi Filistin devrimini yok etmekle suçlaması ... Filistin devrimi ve Lübnan demokrasi güçleri açısından çok tehlikeli bir aşamaya gelmiştir. ... yenilgiyi başkalarına yıkıp kendilerini bu arbededen Suriye’yi hedef alarak kurtarmaya çalışan Filistin sağı, Suriye’yi yanlış bir harekete zorlamak için boyuna kışkırtıcı tavırlara girişmektedir. ... Filistin sağı, Müslüman Kardeşler ile tam bir ittifak halindedir. Dün batı Beyrut savunmasında en ön saflarda olan Acilciler bugün de Lübnan’daki işgalci güçlere ve uzantılarına karşı gene en ön safta, savaşın en sıcak yerindeler. »
Herşey açık seçik ortada. Filistin sağı dediği El Fetih örgütü ile Müslüman Kardeşler’i aynı safta göstererek, Paris’te Kırıkhan’da Müslüman Kardeşler’e karşı kullanılan örgütümüz, Trablus’ta El Fetih örgütüne karşı kullanılmıştır.
Cephe dergisinin “Orta-Doğu“ ekinde, Bedreddin Mahir (Mihrac Ural) yazıyor: « Genel sekreter Mihrac Ural yoldaşın sözlerini hep akılda tutalım. Bölgemizde ve dünyada sorumluluk duydukça, emperyalist saldırganlığın azgınlaştığı böylesi dönemlerde kaderimizle ölmek gerçekten ucuz olacaktır. » (Yıl 1982, Cephe, sayı 8-9)
Bu paragraftaki içeriğin bayağılığını bir yana bırakalım. Kendi yazdığı yazıda, kendini referans gösterme basitliğini de ciddiye almayalım. Ama mutlaka, Suriye’yi bu derece koruyup kollamasının altında yatan gerçeği görelim. Dikkatli okuyucunun aklına burada bir soru takılmış olmalı. Trablus’ta El Fetih örgütü tarafından öldürülen yoldaşlarımıza “enternasyonel savaşta şehit düştüler“ diyen Mihrac Ural, Paris’te aynı akıbete maruz kalsaydı Cabir için ne diyecekti? Bu soruya cevap veriyorum. Cabir aynı akıbetle karşılaşmayacaktı. Saint Michel Metrosu içinde bu olasılığın gerçekleşme şansı yoktur. Paris’i bilenler, orada kaçıp kurtulmanın olanağı olmadığını çok iyi bilirler. Cabir yakalanacaktı. Daha önce Suriye’ye getirtilerek gerekli yerlerle tanıştırılan Cabir’in, yakalandığı zaman gazetelerde çıkacak olan resimlerini ilgili yerlere göstererek “aferin” alacaktı. Aynen, “Büyük Balık Operasyonu” eyleminde olduğu gibi.
“Büyük Balık Operasyonu” ismini Paris’te duydum. Suriye’den Fransa’ya yeni gelmiştim ve ben gelmeden az önce toplanan örgüt “Merkez Komitesi”nin böyle bir kararı kesinlikle yoktu. Aldığımız karar çok daha başka idi. ANAP binalarının bombalandığını duyduğum zaman Mihrac’ı telefonla aradım ve ”Bu rezilliğin ne demek olduğunu” sordum. «Yoldaş bazı şeyler bizi aştı. Türkiye’deki yoldaşlar zor durumda. Şu an bunu tartışmayalım. Birkaç gün sonra uzun uzun konuşuruz. Türkiye’deki gazeteleri ara ve konuş!..” dedi. Aramak zorunda kaldım. ANAP Fatih şubesinde ölen işçinin ailesine yardım edeceğimizi söyledim. Gazetecilerin, “Nasıl vereceksiniz?..” sorusuna, “Hepinizin haberi olacak!..” dedim. Daha sonra Mihrac’a, bu paranın mutlaka ödenmesi gerektiğini defalarca söyledim. Her defasında bir bahane buldu ve sonunda verilen sözler unutuldu.
“Büyük Balık Operasyonu” diye adlandırılan operasyonun adı ve eylemlerin niteliği o dönemin siyasal ortamı ile ilgili değildi. Kaldı ki, bu eylemler için Türkiye’ye gönderilen yoldaşların sınır geçiş rehberliğini yapan kişi (Hatay’ın Samandag ilçesi Yayıkdamlar Köyü’nden Ali Hamam), ben Suriye’de iken polisle işbirliği yaptığını ve o güne kadar götürdüğü getirdiği herkesi polise bildirdiğini itiraf etmiş bir muhbirdi. Cezalandırılması kararı verilmişti. Büyük Balık Operasyonu için Türkiye’ye gönderilen yoldaşların (aralarında, İstanbul/Türkiye ve Ege bölge sorumlusu da vardır) sınırdan geçişlerine Ali Hamam rehberlik yapmıştır. İstanbul’a gönderilen yoldaşlar yeterli alt yapı sağlanmadan gönderildiği için bizzat benim aile ilşkilerim sayesinde barınma imkânı bulmuşlardır. Daha sonra bu yoldaşların tamamına yakını yakalanmıştır. Yakalanmayan ve Yunanistan üzerinden Fransa’ya getirebildiğimiz M ve Z yoldaşlar, Mihrac Ural’ın gerçek niyetini anladıkları için Türkiye’de bulundukları dönemde kendisiyle telefon bağlantısını kestiler. Ancak bu şekilde yurtdışına çıkarıldı ve polisin eline geçmekten kurtarıldı. Mihrac Ural aynı günlerde Paris’te olmasına rağmen bu yoldaşlardan haberi yoktu ve onların halâ Türkiye’de olduğunu sanıyordu.
İstanbul/Türkiye sorumlusu M ve Ege bölge sorumlusu Z yoldaşlar, Fransa’da Mihrac Ural’ın tüm çabalarına rağmen kendisiyle görüşmek istemediler ve “Bizi sattın, senden hesap soracağız!..” diyerek örgütsel ilişkilerini resmi olarak da kestiler ve TKEP’e katıldılar. Ali Hamam’ın polis işbirlikçisi olduğunu itiraf etmesine rağmen eski görevine devam ettiğini de bu yoldaşlardan öğrendim. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler örgütünün MK’nin haberi ve bilgisi olmadan bu eylem kararını kim almış olabilir? Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler teşkilatının MK’si olduğu anlaşılıyor. Büyük Balık Operasyonu’nun siyasi sonucu; Semra Ozal’a yazlan “Kocana söyle, eline beline diline sahip olsun!..” başlıkla bir açıklama ile Muhaberat’a verilen “başarılı eylem raporu” karşılığında alınan bir “aferin”den ibarettir.
Bütün bu rezilliklerin farkına varıp karşı çıkan muhalefet edenlere ne yaptın? Önce gözdağı verdin, sindirmek istedin, konuşmayın ayrılın gidin ama susun diye tehdit ettin. Birçoğunu sindirmekte basarılı oldun. Gözdağı ve sindirme çabalarının sonuç vermediği insanlara, polis dedin, mit ajanı dedin, örgüt düşmanı dedin, Arap düşmanı milliyetçi dedin. Karaladın, ihbar ettin. Ölümle tehdit ettin, tuzak kurdun, öldürdün, öldürttün. Bir defa olsun aynaya baktın mı? Başını yastiğa koyduğunde neden bu durumlara düştüğünü sorguladın mı? ” Kim olduğunu kendine sormadın mı? Ssorduysan, aldığın cevaptan korkmadın mı? Mihrac Ural’ın hiçbir sözünde samimiyet yoktur. Sosyalizm davasına inanmışlık yoktur. Bunları spekülasyon olsun diye yazmıyorum. Kendi yazdıklarından yaptıklarından yola çıkarak öğrendiklerimi bildiklerimi yazıyorum.
Mihrac Ural "Anadoluda Leninizm Bayrağı" başlıklı makalede aynen şöyle yazmış:
« 12 Eylül öncesi çeşitli siyasi hareketlerin tabanını oluşturan birçok samimi dürüst kararlı unsurlar yığınla saflarımıza geçmekte, herkes birbirine THKP-C/Acilciler’in yayınlarını önermekte ve kafalarındaki çözümlenmeyen sorunların cevabını bulmakta. Bu bakımdan bir İçanadolu bölgesinde, Karadeniz bölgesinde, Doğuanadolu bölgesinde yığınla devrimci katılmaktadır. Bizler, bu arkadaşları devrimin potasında eğitip devrime yöneltmekteyiz. ... kamplar harıl harıl çalışmakta, yayınlarımızın dağıtımı sürekli ve anında yapılıyor. Cephe’mizin dağıtımını bizden olmayanlar da üstleniyor. Henüz doğrudan ilişkimizin olmadığı alanlarda yayılıyor. Kendimizi tanıtma ve devrimi propoganda etme kampanyası açmış bulunuyoruz. Kimileri göstermiş olduğumuz ilgiye teşekkür ediyor. Olanaklarını örgütümüze açıyor. Çeşitli örgütlerden militan ve sempatizanlar leninist hattımızı benimseyerek örgütümüzün önderliğine giriyorlar. » (Cephe, sayı 21, Kasım 1983)
Örgütsel yapımızı az çok bilenler, bu yazılanların gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını da bilirler. Bu yalanların yazıldığı dönem örgütümüze, Mihrac’ın tabiriyle “harıl harıl“ katılım şöyle dursun, Suriye ilişkilerinden rahatsız olan militanlarıkız hızla örgütümüzden uzaklaşıyor, diğer devrimci örgütler de, örgütümüzü, Suriye istihbarat örgütü Muhaberat ile içlidışlı olmakla suçluyordu. “Harıl harıl çalışan kamplar ve önderliğin denetimine giren yığınla insan...” bu kadar yalanı bir araya getirebilen bir kişiye acımak mı, kızmak mı gerekir, bilmiyorum!..
1986 sonlarında hapisten çıktım, Suriye’ye geçtim ve başkent Şam’a gittim. Şam’da, bana tercümanlık yapan, MK yedek üyesi ve “parti okulu” hocası Yusuf (daha sonra Mihrac tarafından öldürüldü) ile beraber, Şam’da bulunan Türkiyeli devrimci örgüt temsilcileriyle görüşmek istedim. Randevular alındı ve belirlenen günde devrimci örgüt temsilcilerini ziyaret etmeye başladım. Gittiğimiz her örgüt temsilcisinin evinde soğuk karşılandık. Tüm zorlamalarımıza rağmen konuşmak istemediklerini ve bizden çekindikerini hissettim. Yusuf’a bu durumun nedenlerini sordum. Aldığım cevap karşısında irkildim. “Hocam, bunlar bizim Suriye istihbaratı adına çelıştığımızı sanıyorlar, konuştuklarımızı Muhaberat’a bildirecekler diye çekiniyorlar, herhalde!..” dedi. Birkaç gün sonra Sosyalist Vatan Partisi’nin Suriye temsilcisi (Yunanistan’dan yeni gelmişti ve bizde kalıyordu) aynı şeyleri bana bizzat söyledi. “Kusura bakma, laf aramızda, diğer örgütler sizin hakkınızda hiç de iyi düşünmüyorlar. Sizlerle konuşmaktan kaçınıyorlar!..” dedi. Mihrac Ural, bütün bunları yalanlayabilir. Varsın yalanlasın. Yalan derse ispat etmem çok zor. Kaldı ki, bırakalım başka örgüt temsilcilerini, kendi örgütümüzün MK üyesi Ali Sönmez yoldaş dahi ihbar edilmekten kuşku duyduğu için uzun süre hepimizden (MK’dan) gizlendi.
THKP-C/Acilciler 1. Kongresi ardından, MK’da benim ve Ali Sönmez’in MK üyesi sıfatıyla Avrupa sorumlusu olarak Avrupa’ya gitmesi kararlaştırıldı. Karar gereği, Ali yoldaş, Lazkiye’den ayrılarak Şam’a ve oradan da Avrupa’ya gitmek üzere bizlerden ayrıldı. Aradan bir ay geçmesine rağmen Ali yoldaştan hiçbir haber alamadık. Ama hepimiz Avrupa’da olduğunu sanıyorduk. Bir ay sonra Lazkiye’den ayrılarak Avrupa’ya gitmem için gereken hazırlıkları yapmak üzere Şam’a yerleştim. Bir gece yarısı kapı çallındı. Kapıyı açtığım zaman Ali yoldaşı karşımda buldum. Neden halâ burada olduğunu sordum. Gizlendigini söyledi. Yeni bir isim adına, başka bir pasaport ayarlamaya çalıştığını anlattı. Mihrac’ın bildiği pasportla çıkmaya kalkarsa havaalanında tutuklanacağını söyledi. Bir süre sohbet ettik. En kısa zamanda Avrupa’da görüşmek üzere ayrıldık. Öyle de oldu. Ali Sönmez kimsenin bilmediği yeni bir isim ve başka bir pasaportla Avrupa’ya geldi. Mihrac Ural, bunu da inkâr edebilir. Ali Sönmez konusmadığı müddetce, benim doğru söylemediğimi söyleyebilir. Bu konuda kafalarda soru işaretleri kalabilir. O halde başka bir örnek vermek gerekir.
Emin Karaca’nın, 12 Eylül’ün 20. yıl dönümünde, Avrupa’daki mültecilerle yaptığı ropörtajın içinde, benimle ve Engin’le olduğu gibi, Haydar Yılmaz‘la yapılmış bir bölüm de bulunuyor. “12 Eylül’ün Arka Bahçesinde” adlı bu kitapta, örgütümüzün MK üyesi Haydar Yılmaz’ın söylediklerinin dikkatle okunmasini önermek durumundayım. Örgütümüzün direniş sembollerinden birisi olan Haydar Yılmaz, idam hükümlüsü olarak uzun süre yattığı cezaevinden firar ederek geldiği Yunanistan üzerinden, bir başka Avrupa ülkesine geçerken örgüt tarafından ihbar edildiğini anlatıyor. Haydar Yılmaz, hapishaneden kaçtığı zaman ben örgütten ayrılmıştım. Hapisten kaçtı ve telefonla beni aradı. Haydar’a şunu söyledim. “Şu andan itibaren, Mihrac’la ilişki kurmuşsan benimle ilişkini kes, bana telefon etme. Mihrac’la iliskin varsa, kesinlikle Türkiye’den dışarı çıkamazsın, yakalanırsın!..” dedim. İlişkisi olmadığını, yurtdışına çıkıncaya kadar da kurmayı düşünmediğini söyledi. Haydar Yılmaz, Yunanistan’a geldikten sonra ilişki kurdu ve nasıl ihbar edildiğini de biraz önce sözünü ettiğim kitapta Emin Karaca’ya uzun uzun anlattı.
Bütün bu olaylar alt alta yazıldığı zaman ortaya çıkan manzaranın boyutları insanı korkutuyor. Mihrac Ural'ın Marifetleri ve Siyaset Cücesi Mihrac Ural adıyla yayınlanan yazılarımın ardından yüzlerce ileti aldım. Bu iletilerden iki tanesi hariç (bu iki ileti de Mihrac’dan gelenlerdi) diğer iletilerin tamamının özü, “bu yazılanların onda biri bile doğru ise, bu kişiye insan demek mümkün değil” diyordu. Gelen iletilerden sadece bir tanesindeki ifadeler çok ilginçti. “Bu kadar ihaneti bugüne kadar sakladığınız ve böyle bir insani deşifre etmediğiniz için size de lanet olsun!..” diyordu.
Hemen belirteyim, bu ihanet saklanmadı. 20 sene önce yazıldı. Hatta 20 sene önce, ben örgütten ayrıldıktan sonra Mihrac’ın hakkımda “MİT ajanıdır!..” diye bildiri dağıtması üzerine, Isviçre’de Bülent Uluer’in evinde Milliyet gazetesinden Rafet Ballı ile iki gün ropörtaj yaptım. Söylenmesi gereken herşeyi söyledim. Ropörtajın gazetede yayınlanacağı günlerde Rafet Ballı beni aradı. Acilciler’in kendisini aradığını ve bunları yayınlama diye ısrar ettiklerini, bu nedenle tereddütlü olduğunu söyledi ve ne düşündüğümü sordu. Ben de, “Sen bilirsin!..”dedim. Ama kendi imkânlarımla ulaşabildiğim her yere ulaşmaya çalıştım. Mihrac Ural’in kim olduğu ve ne yapmak istediği tüm çıplaklığıyla gözler önündedir. Böyle bir kişinin beyinlerimizden kazınarak yüreklerimizde mahkûm edildiğini yirmi sene önce de yazdık. Imkânlarımız sınırlı olduğu için sesimizi duyuramadık. Gördük ki, herşeyin unutulduğunu zannederek bir kez daha sahte devrimci maske ile devrimcilerin arasına girmeye soyundu. Suçlarının unutulmadığını hatırlatmak için bir kez daha yazmak zorunda kaldım. Bazı konuları mümkün olduğunca ayrintılı olarak yazdım. Şeytanın ayrıntıda gizleneceğini gizlendiğini bildiğim için özellikle böyle yaptım. Umarım bu son olur.
7 Ocak 2009