ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİDİR!..

İbrahim Yalçın

Benim için Mihrac Ural’ın hiçbir değeri yoktur. Adını anmak bile bana eza oluyor . Bu yazıları yazmak zorunda olduğumu hissediyorum. Binlerce insanın aşından işinden sağlığından olduğu, uğruna ölümlere gidip geldiği, hapislerde yattığı, işkenceler gördüğü, genç yaşta öldürüldüğü yüce değerleri kullanarak kirletmeye çalıştığı için yazmak zorundayım. Sadece ben mi yazmalıyım? Elbette hayır!.. 

Herkes yazmalı. THKP-C/Acilciler örgütüne emeği geçmiş, devrim ve sosyalizm mücadelesine örgütümüz çatısı altında omuz vermiş, gücümüze güç katmış, sosyalizmin sosyal siyasal ve ahlâksal değerlerine inanmış, mücadele içinde sorumluluk almış, kelle koltukta militanlık yapmış, sempatizan düzeyinde elinden geldiğince mücadeleye destek vermiş herkes yazmalı. Gerceği yazmalı, bildigi gerçekleri yazmalı. Abartmadan ama acımadan yazmalı. Mihrac istediği kadar bagırsın çağırsın “bir yerlere mesaj veriliyor” diye gerçekleri sulandırmak istesin, hiçbir önemi yok. Çünkü, deşifre edilen hiçbir şey yok da ondan. Varsa söylesin, bilinmeyen ne var? Bilmemesi gerekenlerin bildiği şeyleri, bilmesi gerekenlerden mi saklayacağız? Yazılan şeylerin hepsini herkes biliyor. Yazılanlar yıllardır biliniyor. Dilden dile, kulaktan kulağa anlatılıyor. Mihrac Ural, hop oturup hop kalkıyor. “Mesaj veriliyor!..“ diyor. Desin, daha önce bilinmeyen ne var? Bir tanesini söylesin, ben de ona onun yeni değil, yirmi senedir bilindiğini ispat edeyim. Mihrac Ural’ın dediğine bakmayın. O kendi suçlarının deşifre edilmesine kızıyor. Unutuldu sanıyordu, unutulmadığı için uykuları kaçıyor. Mihrac Ural’ın, “Hatay Sorunu ve Suriye” dışında yazdığı yazıların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. İnanarak değil, gerçek kimliğini perdelemek için yazdığı şeylerin elbette değeri olmaz. Olmamalı da zaten. Mihrac’ın, artık tek bir sorunu var. O da şu; bulunduğu alanda, “hiç olmazsa küçücük bir değer olarak” görülsün. Öyle anlaşılıyor ki, bunca çabasına çırpınmasına rağmen onu bile başaramadı. 

Mihrac Ural “Kürt Sorunu” üzerine yazı yazar ama, Suriye’deki Kürtler onu ilgilendirmez, onun asıl derdi “Hatay Sorunu”dur. Önemli değil, yazsın ama adam gibi yazsın. Sahte demokrasi havarisi edasıyla değil. Asıl amacını yazsın. Kabul görür ya da görmez, bu başka birşeydir. Mihrac bunu yapmyor, devrimci kamuoyunda genel kabul gören Kürt gerçekliğinin ardına gizlenerek hedef şaşırtıyor. Asıl sorunu sulandırıyor. « İlhak edilmiş komşu ülkelerin toprak parçalarında yaşamını sürdüren emekçi halklar, ayrıcalıklı baskıya maruz kalmakta, milli değerlerine sahip çıkmaları engellenmektedir. Başta Kürdistan’ın ilhak edilmiş kuzey-batı kesiminde yaşamını sürdüren emekçi halkın yanısıra, Suriye’den ilhak edilen Hatay’ın emekçi halkı tüm tekelci yüklerin altında bulunmalarına rağmen bu baskılara maruz kalmaktadırlar. » (Yıl 1981, Cephe, sayı 1, Eylül) 

Örgütsel tarihimizi birazcık olsun bilenler, 12 Eylül öncesi dönemde Acilciler örgütünün böyle bir sorunu olmadığını çok iyi bilirler.

Dikkat ediniz: 1981 yılı, 12 Eylül faşizminin en kanlı dönemini yaşıyoruz. Böyle bir dönemde tek sorun Hatay’mış gibi sunuluyor. Bir defa değil, defalarca yapılıyor. « Kürdistan’ın ilhak edilmiş kuzey-batı kesiminde yaşamakta olan emekçi halk kendi kaderini kayıtsız şartsız biçimde tayin edecektir. Anavatanı Suriye’den ilhak edilmiş Hatay’da yaşamakta olan emekçi halk kendi kaderini kayıtsız şartsız biçimde tayin edecektir. » (Yıl 1981, Cephe, sayı 6-7-8, Geciş Dönemi Devrim Hedeflerimiz)

Hatay Sorunu asıl sorun, Kürt Sorunu görüntüyü kurtarmak için öylesine ekleniyor. Öyle olduğu daha sonra açık açık sırıtıyor.

« Hatay Sorunu da diğer birçok sorun gibi Türkiye egemen güçleri tarafından on yıllardır oldu bittiye getirilerek unutturulmaya çalışılmaktadır. ... Hatay Sorunu’nun gereği gibi emekçi güçlerin lehine çözüme kavuşturulması ... Hatay insanlık tarihinde uzun geçmişe sahip bir alandır. Değişik insan topluluklarına, uygarlıklara yataklık etmiştir. Burjuvazinin Hatay’ın ilhakı konusunda en çok dayanak etmeye çalıştığı, referandumun sonucu ”halkın çoğunluğunun istemiyle” katilimını gerçekleştirdiği anlayışıdır; oysa, yapılan referandum tam anlamıyla anti-demokratiktir. Hatay Sorunu, komünist mantıktan uzak kimi küçük burjuvaları tedirgin edecektir elbette... » (Yıl 1982, Cephe, sayı 9-10, Emekçi Halkın Direnişi Filizleniyor) 

Görülüyor ki, Kürt Sorunu’yla “Hatay Sorunu” yanyana konularak hedef saptırılıyor. Bulanık suda balık avlamak isteyen ağababalarının talimatlarıyla sahibinin sesi olarak örgütümüzü kullanıyor. Devam etmenin hiçbir anlamı yok.  Son derece sınırlı sayıda basılan Cephe dergisinin her sayısında asıl sorunun Hatay olduğunu bilmeyen yok. Kürt Sorunu konu ediliyormuş gibi girilen her yazıda “Hatay Sorunu”nun esas alındığını görmek mümkün. Mihrac Ural’ın 12 Eylül’den kısa süre önce Suriye’ye geçer geçmez Hatay’ın “Anavatan Suriye’nin ilhak edilmiş Liva İskenderun Sancağı ”olduğunu keşfetmesi bazı şeylerin ipucunu veriyor aslında. Yorum okuyucuya ait olsa da, daha sonraki gelişmeler kuşkuya yer vermeyecek kadar açık oluyor. 

Örnek veriyorum, bir: 10 Aralık 1988 tarihli Milliyet gazetesinin birinci sayfasında Rafet Ballı imzalı manşet haberin başlığı “Paris’te Acilci Operasyonu“dur. Haberin ayrıntıları aynen şöyledir. « Türkiye’de bombalama ve suikast eylemleriyle taninan “Acilciler” örgütüne karşı Fransız polisi başkent Paris’te geniş çaplı bir operasyon düzenledi. Operasyonda örgüt lideri Mihrac Ural’la birlikte 15 kişi yakalandı. Acilciler’in evinde Suriye istihbarat örgütünden olduğu ileri sürülen üç kişi daha ele geçti. Fransız polisi Acilciler’in Suruye Muhaberatı’ı ile işbirliği halinde çeşitli eylemlere hazırlandıkları yolundaki iddiaları soruşturuyor. Bazı sol çevreler tarafından da “Hatay Kurtuluş Örgütü haline geldiler” diye nitelenen “Acilciler” geçtiğimiz günlerde bölündü ve ayrılan grup TKEP’e geçti. ... Gözaltına alınanlar arasında Murat Sahillioğlu, Hasan Baklacı, Nihat Yılmaz, İbrahim Yalçın, İmam Kılıç adlı kişiler de vardı. Polis soruşturmasında “Murat Sahillioğlu” adını kullanan ve bu isimle Fransaya iltica etmiş olan kişinin Mihrac Ural olduğu belirlendi. Mihrac Ural,12 Eylül 1980 müdahalesinden birkaç gün önce Adana Cezaevi’nden kaçarak Suriye’ye geçmişti. Ural, Suriye devlet baskanı Hafız Esad’ın kardeşi Cemil Esad’ın sekreteri olan arap bir kadınla evlenmişti. ... »  Haber aynen böyle devam ediyor. Mihrac’ın Fransa’ya gelme nedeni, Türkiye’de “Büyük Balık Operasyonu” sırasında örgütümüzün bizzat  o operasyonda yer alan Türkiye sorumlusu ile Ege bölge sorumlusu dahil 50 civarında yoldaşın benimle birlikte örgütten ayrılmasıdır. Bu dönemde, Ali Sönmez dışındaki tüm yoldaşlar TKEP’e geçti. Mihrac Ural adının geçtiği her yerde, Suriye Muhaberat’ının da anılması tesadüf olamaz. 

Örnek veriyorum, iki:  Yıl 1998. Aradan 10 yıl geçmiş. 15 Ekim 1998 tarihli SABAH gazetesinın birinci sayfasında Saygı Öztürk’ün yazdığı haberin başlığı “Suriye Casusu’na Suçüstü“ gazeteye manşet olmuş. Mihrac Ural yine Muhaberat ile birlikte manşete çıkmış. İlgilenen herkes 15 Ekim 1998 tarihli Sabah ve Milliyet gazetesini açıp okuyabilir. Askeri tesislerin fotoğrafları, Suriye istihbarat örgütü Muhaberat ve Mihrac Ural aynı haberin konusu olmuş. Mihrac ural, bütün bunlara “yalan haber” veya ”burjuvazi’nin oyunu” diyebilir mi? Evet, aynen öyle diyecek. Bir yandan devrimcilere demokratlara kamuoyuna “bu bir burjuva yalanıdır” diyecek, diğer yandan Suriyeli yoldaşlarına “eylemin başarısız olduğunu ama birgün mutlaka başarılacağını” söyleyecek. Görüldüğü gibi, Mihrac Ural ruhunu şeytana satmıştır. “Hayır satmadım!..” dediği zaman ”satış belgesi“ni önüne koyarlar. Cephe dergisinin 1986 Şubat tarihli 6’ıncı sayısının Orta-Doğu eki bu belge’nin ta kendisidir. Belgenin başlığı, “Suriye’de Parlemento Seçimleri“dir. Yazının altındaki imza, Hanna Maptunoğlu’dur. Hanna yoldaşın  17Kasm1983’te öldürüldüğünü biliyoruz. Bu yazının gerçek yazarı Mihrac Ural’dır. Bakın ne yazmış: 

« ... tüm halk demokrasilerinde sosyalist demokrasilerde kitlesel kuruluşların toplumsal yaşamında yaptiırm gücüne sahip olduğu ülkelerde durum tamamen farklıdır. Burada parlemento tek yaptırım gücü değildir. Devlet emekçilerin devletidir. Nitelikçe ve biçimce halk ya da prolateryanın egemenliği altındadır. Bir burjuva kesimin diğerine karşı mücadelesinde yararlanma duygusu ve eğilimi yoktur. ... parlemantodaki değişim militan adayların yer değiştirmesidir. Bu yüzden seçim dönemi özel ve ayrıcalıklı bir dönem değildir. Tüm kitlesel alanlar yaşamda etkin yaptırım gücüne sahiptir. Hatta bu tür ülkelerde burjuvazinin halktan yalıtılmış olması amacıyla oluşturduğu ayrı bir kurum olarak parlemanto yoktur. Halk kongreleri, sovyet meclisi gibi üyelerinin dolaysız denetimi altındadır. Suriye’deki seçimlere karşı halkın olağanüstü bir ilgisinin olmamasında da aynı nedenler yer almaktadır. 1963 mart devrimi ile Suriye işçileri ve köylüleri bölgemizin en büyük kazanımını elde ettiler. Özellikle sendikalar kooperatifler vb. tüm kitle örgütleri olağanüstü bir özgürlüğe ve demokratik mudahale olanağına kavuştular. Kendi gazeteleri radyolari planlamaları vb. ile sosyal ve iktisadi yaşamda etkin yer almaya başladılar. En önemlisi de Dünya’da yalnızca Suriye’de uygulanan sendikaların kanun yapma yetkisidir. Bu noktanın anlamı çok büyüktür. Halk demokrasisinin boyutu ile burjuva demokrasisinin aldatıcı özgürlüğü karşısında örnek bir durumdur. ... »  

Bir an için bu yazının altında imza olmadığını düşünün, sıradan bir kişiye okutun ve sorun. Bu yazı kime ait olabilir? Kesinlikle eminim, alacağınız cevap; “Suriye Baas Partisi yayın organı başyazarı olan palavracınındır!..“ diyecek  ve çok abartılı olduğunu da ekleyecektir. Bu yazının “yazar”ı Mihrac Ural’dır. Ve yine ne yazık ki, bu yazının altına, ölümünün üzerinden 3 sene geçmesine rağmen, intikam alırcasına Hanna Maptunoğlu imzası atılmıştır.  Kendisine devrimciyim sosyalistim diyen bir kişinin bile bu yazının içeriğine katılacağını sanmıyorum. O halde, Mahir Çayan’dan İlker Akman’dan Yüksel Eriş’ten bize kalan değerlerimizi devrimcilik adına kirletip kendi pis emellerine alet eden bir kişiyi deşifre etmek ve yüzündeki sahte devrimci maskeyi yırtıp atmak gerekmez mi? Sessiz kalmak, susmak, gerçeği bildiği halde konuşmamak, işlenen suçlara ve yapılan ihanetlere ortak olmak değil midir? Mihrac Ural’ın Suriye’yi korumak kollamak ve “Müslüman Kardeşler”örgütünden gelen tehditleri ortadan kaldırmak için “görevli” olduğunu, bu tespitleri yaparken asıl niyetini ve ne yapmak istediğini bilmiyorduk. Görevlerini “yoldaş” dediklerine yaptırmak amacıyla konuyu elinden geldiğince “teorik“(!) zemine oturtmaya çalışıyormuş. 

Bakınız neler yazmış!.. « Suriye silahlı kuvvetleri ve ilerici yönetimi, yapmakta olduğu açıklamalar ve başlattığı görüşmeler, Filistin devriminin yalnız bırakılmayacağını ilan ediyor. » diyerek, Suriye’ye karşı sempati havası yaratmaya çalışmış. Bu kadarı yememiş. « ... Suriye’de siyasal etkinlikleri kırılmış olan sermaye gücünün, emperyalizm güdümünde örgütlenen Müslüman Kardeşler vasiıasıyla gerici müdahelelerini, ilerici yönetime ve Suriye’nin emekçi halkına karşı kanli bir şekilde yürütmektedir. » diyerek, durumdan vazife çıkartmakla “görevli“ olduğunu itiraf etmiş. Vazife; örgütümüz militanlarına, ilerici Suriye yönetimini gerici saldırılardan koruma ve kollama görevi olarak ifade edildi. “Müslüman Kardeşler” örgütü hedef olarak gösterildi. Hiçbir sorunumuz yokmuş gibi, bir kısm samimi militanımız bu tür sapkın amaçlara hizmet etmek için mevzilendirildi. Paris’te “Müslüman Kardeşler” örgütü militan ve yöneticilerine karşı mevzilendirilen yoldaşlar, bir süre sonra, Mihrac Ural’ı terkettikleri için Paris sokaklarında önleri kesilerek kaçırıldı (Cabir ve İsa arkadaşlar) ve işkence edilerek « İbrahim Yalçın’ın yanında tavır aldık, kandırıldık, pişmanız. İbrahim Yalçın MİT ajanıymış!.. » diye  zorla imzalattıkları yazılardan sonra serbet bırakıldı. Mihrac Ural’ın elinden bu şekilde kurtulan bu arkadaşlar ilk fırsatta benim yanıma gelerek uğradıkları zulmu anlattılar. Kaçırıldıkları sırada ölümle tehdit edilen bu arkadaşlara özellikle, “... daha önce örgütün size verdiği görevleri kimseye söylemeyin!..” diye tembihler yapıldı. Bu ve buna benzer devrimci ilişki ve ahlâkla hiçbir ilgisi olmayan sapkınlıkların doğal sonucu olarak yığınla insanımız devrimci mücadelenin dışında kaldı. 

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün en etkin gücü El Fetih ile örgütümüzün düşman edilerek karşı karşıya getirilmesini  aklı başında olan hiçbir devrimci tasvip etmez. Bir örnek; Paris’te yaşayan Antakyalı Cabir konuşmalıdır. Paris’te, Saint Michel Metrosu’nun 7 kat yerin altındaki metro istasyonunda, ”Müslüman Kardeşler” örgütü yöneticilerine karşı aldığı görevi niçin yapmadı? O zaman, koyduğu devrimci tavrın arkasında durmalı ve « Ben buraya bu işler için gelmedim. Bana halk düşmanı bir faşisti hedef gösterin, bunu değil!.. » diyerek karşı çıktığını ve verilen görevi niçin yapmadığını anlatmalıdır. 

Yüreğindeki tertemiz duygularla devrim ve sosyalizm mücadelesine omuz vermeye çalışan yüzlerce insanı, kendi kirli emellerine alet etmek uğruna mücadeleden soğutan, sosyalizm davasından uzaklaştıran ve hatta karşı cepheye iten bu anlayışın devrimcilikle ilgisi ilintisi olabilir mi? Sahte ve iki yüzlü söylemlerle kulanabildiğin kadar kullan, kullanamazsan anti-propaganda yaparak karala, ajandır polistir diyerek tecrit etmeye kalk, “Biz örgütüz, sana kimse inanmaz!..” diyerek tehditler yap ve halâ devrimci olduğunu iddia ederek pis emellerini gerçekleştirmeye çalış!.. Peki, nereye kadar?.. 

Acilciler; 12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde ülkeyi terkederken, Suriye’de kalmaya yerleşmeye değil, bir süre sonra geri dönmek amacıyla Suriye üzerinden Filistin’e gitmek için yola çıktı. Filistin’de Filistinli örgütlerin kendi aralarındaki  anlaşmazlıklarda taraf olmak istemedi. Buna rağmen, taraf edildi. Mihrac Ural adlı hainin bilinçli planlı programlı ihaneti nedeniyle, istihbarat örgütlerine peşkeş çekilerek yok edildi. Orta-doğunun devrimci çemberinin merkezi olarak bildiğimiz Filistin’de, Filistinli örgütlerden, Suriye yanlısı olanlarını“dost”, diğerlerini “düşman” ilan ederek, yoldaşlarımız ölüme gönderildi. 

Mihrac Ural yazıyor: « El Fetih hareketinin “diplomasi kahramani” Yaser Arafat, Filistin davasının birincil düşmanı İsrail siyonizmi dururken, bölgede tek ilerici kale Suriye’yi Filistin devrimini yok etmekle suçlaması ... Filistin devrimi ve Lübnan demokrasi güçleri açısından çok tehlikeli bir aşamaya gelmiştir. ... yenilgiyi başkalarına yıkıp kendilerini bu arbededen Suriye’yi hedef alarak kurtarmaya çalışan Filistin sağı, Suriye’yi yanlış bir harekete zorlamak için boyuna kışkırtıcı tavırlara girişmektedir. ... Filistin sağı, Müslüman Kardeşler ile tam bir ittifak halindedir. Dün batı Beyrut savunmasında en ön saflarda olan Acilciler bugün de Lübnan’daki işgalci güçlere ve uzantılarına karşı gene en ön safta, savaşın en sıcak yerindeler. » 

Herşey açık seçik ortada. Filistin sağı dediği El Fetih örgütü ile Müslüman Kardeşler’i aynı safta göstererek, Paris’te Kırıkhan’da Müslüman Kardeşler’e karşı kullanılan örgütümüz, Trablus’ta El Fetih örgütüne karşı kullanılmıştır. 

Cephe dergisinin “Orta-Doğu“ ekinde, Bedreddin Mahir (Mihrac Ural) yazıyor: « Genel sekreter Mihrac Ural yoldaşın sözlerini hep akılda tutalım. Bölgemizde ve dünyada sorumluluk duydukça, emperyalist saldırganlığın azgınlaştığı böylesi dönemlerde kaderimizle ölmek gerçekten ucuz olacaktır. » (Yıl 1982, Cephe, sayı 8-9)

Bu paragraftaki içeriğin bayağılığını bir yana bırakalım. Kendi yazdığı yazıda, kendini referans gösterme basitliğini de ciddiye almayalım. Ama mutlaka, Suriye’yi bu derece koruyup kollamasının altında yatan gerçeği görelim. Dikkatli okuyucunun aklına burada bir soru takılmış olmalı. Trablus’ta El Fetih örgütü tarafından öldürülen yoldaşlarımıza “enternasyonel savaşta şehit düştüler“ diyen Mihrac Ural, Paris’te aynı akıbete maruz kalsaydı Cabir için ne diyecekti? Bu soruya cevap veriyorum. Cabir aynı akıbetle karşılaşmayacaktı. Saint Michel Metrosu içinde bu olasılığın gerçekleşme şansı yoktur. Paris’i bilenler, orada kaçıp kurtulmanın olanağı olmadığını çok iyi bilirler. Cabir yakalanacaktı. Daha önce Suriye’ye getirtilerek gerekli yerlerle tanıştırılan Cabir’in, yakalandığı zaman gazetelerde çıkacak olan resimlerini ilgili yerlere göstererek “aferin” alacaktı. Aynen, “Büyük Balık Operasyonu” eyleminde olduğu gibi.

“Büyük Balık Operasyonu” ismini Paris’te duydum. Suriye’den Fransa’ya yeni gelmiştim ve ben gelmeden az önce toplanan örgüt “Merkez Komitesi”nin böyle bir kararı kesinlikle yoktu. Aldığımız karar çok daha başka idi. ANAP binalarının bombalandığını duyduğum zaman Mihrac’ı telefonla aradım ve ”Bu rezilliğin ne demek olduğunu” sordum. «Yoldaş bazı şeyler bizi aştı. Türkiye’deki yoldaşlar zor durumda. Şu an bunu tartışmayalım. Birkaç gün sonra uzun uzun konuşuruz. Türkiye’deki gazeteleri ara ve konuş!..” dedi. Aramak zorunda kaldım. ANAP Fatih şubesinde ölen işçinin ailesine yardım edeceğimizi söyledim. Gazetecilerin, “Nasıl vereceksiniz?..” sorusuna, “Hepinizin haberi olacak!..” dedim. Daha sonra Mihrac’a, bu paranın mutlaka ödenmesi gerektiğini defalarca söyledim. Her defasında bir bahane buldu ve sonunda verilen sözler unutuldu. 

“Büyük Balık Operasyonu” diye adlandırılan operasyonun adı ve eylemlerin niteliği o dönemin siyasal ortamı ile ilgili değildi. Kaldı ki, bu eylemler için Türkiye’ye gönderilen yoldaşların sınır geçiş rehberliğini yapan kişi (Hatay’ın Samandag ilçesi Yayıkdamlar Köyü’nden Ali Hamam), ben Suriye’de iken polisle işbirliği yaptığını ve o güne kadar götürdüğü getirdiği herkesi polise bildirdiğini itiraf etmiş bir muhbirdi. Cezalandırılması kararı verilmişti. Büyük Balık Operasyonu için Türkiye’ye gönderilen yoldaşların (aralarında, İstanbul/Türkiye ve Ege bölge sorumlusu da vardır) sınırdan geçişlerine Ali Hamam rehberlik yapmıştır. İstanbul’a gönderilen yoldaşlar yeterli alt yapı sağlanmadan gönderildiği için bizzat benim aile ilşkilerim sayesinde barınma imkânı bulmuşlardır. Daha sonra bu yoldaşların tamamına yakını yakalanmıştır. Yakalanmayan ve Yunanistan üzerinden Fransa’ya getirebildiğimiz M ve Z yoldaşlar, Mihrac Ural’ın gerçek niyetini anladıkları için Türkiye’de bulundukları dönemde kendisiyle telefon bağlantısını kestiler. Ancak bu şekilde yurtdışına çıkarıldı ve polisin eline geçmekten kurtarıldı. Mihrac Ural aynı günlerde Paris’te olmasına rağmen bu yoldaşlardan haberi yoktu ve onların halâ Türkiye’de  olduğunu sanıyordu.  

İstanbul/Türkiye sorumlusu M ve Ege bölge sorumlusu Z yoldaşlar, Fransa’da Mihrac Ural’ın tüm çabalarına rağmen kendisiyle görüşmek istemediler ve “Bizi sattın, senden hesap soracağız!..” diyerek örgütsel ilişkilerini resmi olarak da kestiler ve TKEP’e katıldılar. Ali Hamam’ın polis işbirlikçisi olduğunu itiraf etmesine rağmen eski görevine devam ettiğini de bu yoldaşlardan öğrendim. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler örgütünün MK’nin haberi ve bilgisi olmadan bu eylem kararını kim almış olabilir? Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler teşkilatının MK’si olduğu anlaşılıyor. Büyük Balık Operasyonu’nun siyasi sonucu; Semra Ozal’a yazlan “Kocana söyle, eline beline diline sahip olsun!..” başlıkla bir açıklama ile  Muhaberat’a verilen “başarılı eylem raporu” karşılığında alınan bir “aferin”den ibarettir. 

Bütün bu rezilliklerin farkına varıp karşı çıkan muhalefet edenlere ne yaptın? Önce gözdağı verdin, sindirmek istedin, konuşmayın ayrılın gidin ama susun diye tehdit ettin. Birçoğunu sindirmekte basarılı oldun. Gözdağı ve sindirme çabalarının sonuç vermediği insanlara, polis dedin, mit ajanı dedin, örgüt düşmanı dedin, Arap düşmanı milliyetçi dedin. Karaladın, ihbar ettin. Ölümle tehdit ettin, tuzak kurdun, öldürdün, öldürttün. Bir defa olsun aynaya baktın mı? Başını yastiğa koyduğunde neden bu durumlara düştüğünü sorguladın mı? ” Kim olduğunu kendine sormadın mı? Ssorduysan, aldığın cevaptan korkmadın mı? Mihrac Ural’ın hiçbir sözünde samimiyet yoktur. Sosyalizm davasına inanmışlık yoktur. Bunları spekülasyon olsun diye yazmıyorum. Kendi yazdıklarından yaptıklarından yola çıkarak öğrendiklerimi bildiklerimi yazıyorum.                             

Mihrac Ural "Anadoluda Leninizm Bayrağı" başlıklı makalede aynen şöyle yazmış: 
« 12 Eylül öncesi çeşitli siyasi hareketlerin tabanını oluşturan birçok samimi  dürüst kararlı unsurlar yığınla saflarımıza geçmekte, herkes birbirine THKP-C/Acilciler’in yayınlarını önermekte ve kafalarındaki çözümlenmeyen sorunların cevabını bulmakta. Bu bakımdan bir İçanadolu bölgesinde, Karadeniz bölgesinde, Doğuanadolu bölgesinde yığınla devrimci katılmaktadır. Bizler, bu arkadaşları devrimin potasında eğitip devrime yöneltmekteyiz. ... kamplar harıl harıl çalışmakta, yayınlarımızın dağıtımı sürekli ve anında yapılıyor. Cephe’mizin dağıtımını bizden olmayanlar da üstleniyor. Henüz doğrudan ilişkimizin olmadığı alanlarda yayılıyor. Kendimizi tanıtma ve devrimi propoganda etme kampanyası açmış bulunuyoruz. Kimileri göstermiş olduğumuz ilgiye teşekkür ediyor. Olanaklarını örgütümüze açıyor. Çeşitli örgütlerden militan ve sempatizanlar leninist hattımızı benimseyerek örgütümüzün önderliğine giriyorlar. » (Cephe, sayı 21, Kasım 1983) 

Örgütsel yapımızı az çok bilenler, bu yazılanların gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını da bilirler. Bu yalanların yazıldığı dönem örgütümüze, Mihrac’ın tabiriyle “harıl harıl“ katılım şöyle dursun, Suriye ilişkilerinden rahatsız olan militanlarıkız hızla örgütümüzden uzaklaşıyor, diğer devrimci örgütler de, örgütümüzü, Suriye istihbarat örgütü Muhaberat ile içlidışlı olmakla suçluyordu. “Harıl harıl çalışan kamplar ve önderliğin denetimine giren yığınla insan...”  bu kadar yalanı bir araya getirebilen bir kişiye acımak mı, kızmak mı gerekir, bilmiyorum!.. 

1986 sonlarında hapisten çıktım, Suriye’ye geçtim ve başkent Şam’a gittim. Şam’da, bana tercümanlık yapan, MK yedek üyesi ve “parti okulu” hocası Yusuf (daha sonra Mihrac tarafından öldürüldü) ile beraber, Şam’da bulunan Türkiyeli devrimci örgüt temsilcileriyle görüşmek istedim. Randevular alındı ve belirlenen günde devrimci örgüt temsilcilerini ziyaret etmeye başladım. Gittiğimiz her örgüt temsilcisinin evinde soğuk karşılandık. Tüm zorlamalarımıza rağmen konuşmak istemediklerini ve bizden çekindikerini  hissettim. Yusuf’a bu durumun nedenlerini sordum. Aldığım cevap karşısında irkildim. “Hocam, bunlar bizim Suriye istihbaratı adına çelıştığımızı sanıyorlar, konuştuklarımızı Muhaberat’a bildirecekler diye çekiniyorlar, herhalde!..” dedi. Birkaç gün sonra Sosyalist Vatan Partisi’nin Suriye temsilcisi (Yunanistan’dan yeni gelmişti ve bizde kalıyordu) aynı şeyleri bana bizzat söyledi. “Kusura bakma, laf aramızda, diğer örgütler sizin hakkınızda hiç de iyi düşünmüyorlar. Sizlerle konuşmaktan kaçınıyorlar!..” dedi. Mihrac Ural, bütün bunları yalanlayabilir. Varsın yalanlasın. Yalan derse ispat etmem çok zor. Kaldı ki, bırakalım başka örgüt temsilcilerini, kendi örgütümüzün MK üyesi Ali Sönmez yoldaş  dahi ihbar edilmekten kuşku duyduğu için uzun süre hepimizden (MK’dan) gizlendi. 

THKP-C/Acilciler 1. Kongresi ardından, MK’da benim ve Ali Sönmez’in MK üyesi sıfatıyla Avrupa sorumlusu olarak Avrupa’ya gitmesi kararlaştırıldı. Karar gereği, Ali yoldaş, Lazkiye’den ayrılarak Şam’a ve oradan da Avrupa’ya gitmek üzere bizlerden ayrıldı. Aradan bir ay geçmesine rağmen Ali yoldaştan hiçbir haber alamadık. Ama hepimiz Avrupa’da olduğunu sanıyorduk. Bir ay sonra Lazkiye’den ayrılarak Avrupa’ya gitmem için gereken hazırlıkları yapmak üzere Şam’a yerleştim. Bir gece yarısı kapı çallındı. Kapıyı açtığım zaman Ali yoldaşı karşımda buldum. Neden halâ burada olduğunu sordum. Gizlendigini söyledi. Yeni bir isim adına, başka bir pasaport ayarlamaya çalıştığını anlattı. Mihrac’ın bildiği pasportla çıkmaya kalkarsa havaalanında tutuklanacağını söyledi. Bir süre sohbet ettik. En kısa zamanda Avrupa’da görüşmek üzere ayrıldık. Öyle de oldu. Ali Sönmez kimsenin bilmediği yeni bir isim ve başka bir pasaportla Avrupa’ya geldi. Mihrac Ural, bunu da inkâr edebilir. Ali Sönmez konusmadığı müddetce, benim doğru söylemediğimi söyleyebilir. Bu konuda kafalarda soru işaretleri kalabilir. O halde başka bir örnek vermek gerekir. 

Emin Karaca’nın,  12 Eylül’ün 20. yıl dönümünde, Avrupa’daki mültecilerle yaptığı ropörtajın içinde, benimle ve Engin’le olduğu gibi, Haydar Yılmaz‘la yapılmış bir bölüm de bulunuyor. “12 Eylül’ün Arka Bahçesinde” adlı bu kitapta, örgütümüzün MK üyesi Haydar Yılmaz’ın söylediklerinin dikkatle okunmasini önermek durumundayım. Örgütümüzün direniş sembollerinden birisi olan Haydar Yılmaz, idam hükümlüsü olarak uzun süre yattığı cezaevinden firar ederek geldiği Yunanistan üzerinden, bir başka Avrupa ülkesine geçerken örgüt tarafından ihbar edildiğini anlatıyor. Haydar Yılmaz, hapishaneden kaçtığı zaman ben örgütten ayrılmıştım. Hapisten kaçtı ve telefonla beni aradı. Haydar’a şunu söyledim. “Şu andan itibaren, Mihrac’la ilişki kurmuşsan benimle ilişkini kes, bana telefon etme. Mihrac’la iliskin varsa, kesinlikle Türkiye’den dışarı çıkamazsın, yakalanırsın!..” dedim. İlişkisi olmadığını, yurtdışına çıkıncaya kadar da kurmayı düşünmediğini söyledi. Haydar Yılmaz, Yunanistan’a geldikten sonra ilişki kurdu ve nasıl ihbar edildiğini de biraz önce sözünü ettiğim kitapta Emin Karaca’ya uzun uzun anlattı. 

Bütün bu olaylar alt alta yazıldığı zaman ortaya çıkan manzaranın boyutları insanı korkutuyor. Mihrac Ural'ın Marifetleri ve Siyaset Cücesi Mihrac Ural adıyla yayınlanan yazılarımın ardından yüzlerce ileti aldım. Bu iletilerden iki tanesi hariç (bu  iki ileti de Mihrac’dan gelenlerdi) diğer iletilerin tamamının özü, “bu yazılanların onda biri bile doğru ise, bu kişiye insan demek mümkün değil” diyordu. Gelen iletilerden sadece bir tanesindeki ifadeler çok ilginçti. “Bu kadar ihaneti bugüne kadar sakladığınız ve böyle bir insani deşifre etmediğiniz için size de lanet olsun!..” diyordu. 

Hemen belirteyim, bu ihanet saklanmadı. 20 sene önce yazıldı. Hatta 20 sene önce, ben örgütten ayrıldıktan sonra Mihrac’ın hakkımda “MİT ajanıdır!..” diye bildiri dağıtması üzerine, Isviçre’de Bülent Uluer’in evinde Milliyet gazetesinden Rafet Ballı ile iki gün ropörtaj yaptım. Söylenmesi gereken herşeyi söyledim. Ropörtajın gazetede yayınlanacağı günlerde Rafet Ballı beni aradı. Acilciler’in kendisini aradığını ve bunları yayınlama diye ısrar ettiklerini, bu nedenle  tereddütlü olduğunu söyledi ve ne düşündüğümü sordu. Ben de, “Sen bilirsin!..”dedim. Ama kendi imkânlarımla ulaşabildiğim her yere ulaşmaya çalıştım. Mihrac Ural’in kim olduğu ve ne yapmak istediği tüm çıplaklığıyla gözler önündedir. Böyle bir kişinin beyinlerimizden kazınarak yüreklerimizde mahkûm edildiğini yirmi sene önce de yazdık. Imkânlarımız sınırlı olduğu için sesimizi duyuramadık. Gördük ki, herşeyin unutulduğunu zannederek bir kez daha sahte devrimci maske ile devrimcilerin arasına girmeye soyundu. Suçlarının unutulmadığını hatırlatmak için bir kez daha yazmak zorunda kaldım. Bazı konuları  mümkün olduğunca ayrintılı olarak yazdım. Şeytanın ayrıntıda gizleneceğini gizlendiğini bildiğim için özellikle böyle yaptım. Umarım bu son olur. 

7 Ocak 2009



SİYASET CÜCESİ MİHRAC URAL

İbrahim Yalçın

« Mihrac Ural’ın Marifetleri » başlıklı yazımın yayınlanması üzerine, tanıdık tanımadık birçok devrimciden mail aldım. Gördüm ki, bu haini tanıyanların ve hatta sadece adını duyanların hemen tamamı, bu kişi hakkında olumlu tek bir kelime duymamışlar. Tanıyanlardan olumlu bir izlenim olmayacağını zaten biliyordum, tanımayanların da kulaktan kulağa yayılan haberlerden genel bir değerlendirme yapacak kadar bilgi edindiklerini bu vesileyle öğrenmiş oldum. THKP-C/Acilciler adlı örgütümüzün adını kullanarak, kendince bir yerlerde yer edinmeye çalışan bu kişiliksiz sefilin, kriminal suçlarının yanında, teorik  düzeydeki çapsızlığına ve ikiyüzlü “siyasi” manevralarına da bakmak gerekiyor. Eylemleri ile söylemleri arasındaki garip çelişkileri ortaya çıkartmak ve nedenlerini anlayabilmek için, baskı sayısı 50'yi geçmeyen CEPHE dergilerinde sergilediği çapsızlıklarına da bakmak gerekiyor. 

 Yıl 1981, Cephe, sayı 2, sayfa 8-9. Cephe dergisinin bu sayısı ellerinde bulunduranlar dikkatle okusun: «… tespit edilen hedeflere hızla varıyoruz. Türkiye devrimci hareketinde soyutlanışımız sona eriyor. Çemberi kırdık. Oluktan boşalırcasına geliyoruz. … Yeni evre yeni muhtevalar kazanmış olacaktır. Anadolu ulus ve azınlıklarının partisi doğacaktır. … M-L’den etkilenen ve kaynaklanan her k.burjuva hareket kaçınılmaz olarak parçalanır. Parçalanmalar komünistleri bir yana devrimcileri bir yana ayırır. »

Mihrac Ural adlı sefilin tespit edilen hedefleri neydi  acaba? Kısaca cevap vereyim: Hedef, “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler” örgütünü, “Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler” örgütü haline dönüştürmekti. 

Daha doğrusu, böyle olduğu anlaşılıyor. “Yeni evre yeni muhteva kazanmış olur” derken ve "Anadolu ulus ve azınlıkların partisi"nden bahsederken kasdettiği buydu. M-L’den etkilendiğini söylediği örgütümüzdeki ayrışmadan bahsederken, «Parçalanmalar komünistleri bir yana devrimcileri bir yana ayırır» diyor . 

Bu sefile sormak gerek, burada bahsettiğin “komünistler“ kim, “devrimciler”kim?  Ben söyleyeyim; o dönemde örgütten ayrılanlar “komünistler“ oluyor ve kendileri “devrimciler“ olarak örgütte kalıyor. “Kendileri“ diyorum, çünkü bu sefil yaratık ta o dönemde Suriyeli “ağababaları”na Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi / Acilciler örgütünü, Hatay Kurtuluş Partisi – Cephesi örgütü (Suriye’deki Baas Partisi’nin Hatay“daki uzantısı) haline dönüştürmek için söz vermişti. Ve bu yazı doğrudan doğruya Suriyeli “ağababaları”na arapça olarak iletilmiştir. Türkiye’nin sol litaretüründe hiçbir örgüt kendi içindeki ayrılıklardan bahsederken “devrimciler  - komünistler” diye bir tanımlama yapmamıştır. Mihrac Ural adlı sefil, 12 Eylül’den az önce kaçarak sığındığı “Suriyeli yoldaşları“nın sağladığı ortamdan bir daha Türkiye’ye dönmeyeceğini çok iyi biliyordu. Militan  yoldaşlarımız ülkeye dönmek ve mücadeleye devam etmek  için can atarken, bu hain örgütümüzün o döneme kadar savunduğu “silahlı mücadele” anlayışını da “sol pasifizm” olarak adlandırdı ve ülkeye geri dönmek isteyen yoldaşların önlerini teorik olarak kesmeye çalıştı. 

Yıl 1982, Cephe, sayı 6-7-8. (Sol pasifizm mi? Leninizm mi ?) şöyle yazıyordu :
   
 « …. Oysa bugün ülkemizde devrimin içinde bulunduğu süreç; kitle örgütlenmesinin ve siyasal üstünlüğün sağlanmasına yönelik bir süreçtir. Böyle bir süreçte maddi ön koşulu  siyasal üstünlük olan gerilla savaşını ya da devrimci şiddeti, strateji olarak temel almak mümkün mü? Bu en hafifinden maceracılıktır. … önce devrimci şiddeti kabullenip sonra buna uygun ülke koşulu. … Artık öncü savaşı halk savaşı gibi olgulardan arındırlarak, sol-pasifist bir teorinin tutsağı olmaktan kurtuluyorduk . » 

Bir yandan devrimci  şiddeti temel alan örgütümüzü “silahsızlandırmaya” çalışacaksın, diğer THKP-C kökenli örgütlere sizler de bizim gibi cesaretli olun «kurtulun bu kavramlardan» diye  akıl vermeye kalkacaksın.  

 « … THKP-C kökenli silahlı mücadele gruplarının bu kara alın yazılarını silmelerinin gereği her zamandan daha elzem hale gelmiştir. Biraz cesaret beyler. » (Yıl 1982, Cephe, Mayıs-Haziran sayısı) 

Mihrac Ural’ın, «kara leke» olarak görüp “elzem” olmuştur diye kurtulduğu ve başkalarını da «kurtulmaya» davet ettiği bu dönemde; silahlı mücadeleyi temel mücadele biçimi olarak gören ve bunu binlerce gerillasının hayatı pahasına azim ve kararlılıkla sürdüren PKK ve onun genel başkanının yakın çevresinde durmayı, duruyor gözükmeyi, kendisini ona en yakın ittifak gücüymüş gibi pazarlamayı ihmal etmediğinin de altını çizmemiz gerekiyor. Bir yandan, devrimci şiddet ve silahlı mücadeleyi temel mücadele biçimi olarak gören ve o güne kadar bu anlayışla örgütlenmeye çalışan THKP-C/Acilciler başta olmak üzere, diger silahli mücadele örgütlerinin tümüne (elbette buna PKK da dahildir); 

« … bir kez daha başlamadan önce, şöyle bir isyancılığın, askeri bakış açısının ülkemizdeki ve dünyadaki örneklerini objektif bir gözle algılamaya çalışsınlar; bunun proletaryanın leninizme yapacağı atağın yolunu nasıl kestiğini anlamaya çalışsınlar. Leninizme 5 kala’yı başucu kitabı olarak okusunlar ve bir kez daha Türkiye’de neden gerillacılığın bir türlü tutunamadığını hatırlasınlar. »  (Yıl 1982-1983, Cephe, Aralık-Ocak sayısı) diyerek, “isyancılığın … gerillacılığın” neden tutmadığı konusunda ahkâm keseceksin, öte yandan başladık, başlayacağız, yakında başlıyoruz, hazırlıklarımız tamamlanmak üzere diye yalanlar söyleyeceksin, Türkiye sol hareketi içindeki tecrit durumundan, kurtulmak için zaman kazanacaksın. Kazanamadın, Mihrac Ural kazanamadın!..  

« … tespit edilen hedeflere hızla varıyoruz. Türkiye devrimci hareketinden soyutlanışımız sona eriyor. Çemberi kırdık. Oluktan boşalırcasına geliyoruz.” (Cephe, sayı 2. sayfa 8.) 

İnsanın çapı ile konumu arasındaki dengesizliğin dışa vurumdaki çirkinliğini bundan daha güzel anlatmak oldukça zordur.                   

PKK Genel Başkanı bütün bu soytarılıkların elbette farkındaydı. Bu nedenle, 1987 tarihinde “Şam Havalanı“nda meydana gelen bir olay üzerine, Mihrac Ural’ın etekleri tutuştu. PKK Genel Başkanı’nın da olayla ilgili bilgisi olduğunu yetkililere söylediği zaman “Abdullah Öcalan“nın, haklı olarak bunu kesinlikle reddederek, haberinin olmadığını ve  bu kişilerle (Mihrac’ı kastederek) böyle bir ilişkisinin bulunmadığını ilgililere aktararak, herşeyin farkında olduğunu, gösterdiği tepkiyle ortaya koymuştur. Hangi olaydan bahsettiğimi yazmayacağım, Mihrac çok iyi bilir. Ben bu olaydan bir gün sonra Paris’e geldim. Mihrac bir hafta sonra beni Suriye’den telefonla aradı, “Yoldaş gördün mü, ... bize ettiğini” diye dert yandı.  

Mihrac Ural’ın “kırdık“ dediği çemberi halâ kıramadığı anlaşılıyor. Bir yandan, “isyancılıgın ... proletaryanın leninizme yapacağı atağın yolunu nasıl kestiği”nden dem vuracaksın, öte yandan isyancıların gölgesinde “çember kırmaya” kalkışacaksın. Olacak şey mi bu!.. 

Yüreği ile dili  arasındaki çelişkiyi gizlemeye çalıştıkça battı, çevresi her geçen gün daralırken, insanlar birer ikişer üçer beşer ya da toplu olarak gerçek yüzünü ve çapsızlığını görerek kendisinden uzaklaşırken o haykırmaya devam etti. 

« ... örgütümüz hakkında atılan çamur ve karalamalara itibar etmeyeceğiz. Ayrıca devrimci kamuoyu bu tür karalamaları ciddiye almamıştır. … her zamanki gibi siyasi açıdan seviyesiz olanlar soruna ideolojik yaklaşma yerine karalamalara başvuracaklar. Bunun için de kimileri örgüt genel sekreterini hedef alacaklardır. » dedi. (Yıl 1982, Cephe, Temmuz-Ağustos sayısı) 

Olacakları önceden görerek tedbir almaya çalıştı, ama olmadı. Sıradan sempatizanları bile “bıyık altından” güldürecek kadar abartılar yaptı, boyundan büyük yalanlar attı.  

« … hareketimiz kim, sanat kim? Ama bugün değil. Dün. Bu konuda da Leninist atağımız önderliğe soyundu. Onlarca sanatçı yoldaş her alanda üretime geçti. Sanatçılar da kollarını sıvadı. Sanatta militanlar Leninist bayrağı kaptı. Sanat alanı savaş alanına dönecek. Dayanın yoldaşlar. » (Yıl 1982, Cephe,  Temmuz-Ağustos sayısı) 

İlkokul dördüncü sınıf seviyesinden daha düşük bu tanımlama Mihrac Ural’a aittir. Hadi diyelim başkaları bilmez, ama yanında bulunan üç beş kişi için çıkarttığın “CEPHE” dergisini  okuyanlar, bu tür saçmalıklarını okudukları zaman ne düşünmüşlerdir? Adama sormazlar mı, kim bu sanatçılar? Peki ne ürettiler bugüne kadar? Sanat adına iki satır yazı yazan var mı? Varsa, bir örnek vermen gerekmez mi? Sanat alanı nasıl savaş alanına döndürülecek? Leninist atak önderliğe nasıl soyundu? Hangi yoldaşın dayandı bu saçmalıklarına? İnsanları kendine güldürtmek  zorunda mısın?..

Mihrac Ural bu sorulara cevap veremez. O yüzden, ben vereyim bari. Saçmalıkları gören samimi unsurlar hızla bu adamdan uzaklaştığı için, bilgisiz beceriksiz çaresiz ve gidecek başka yeri olmayan, kendisi gibi Suriye’de evlenmek zorunda olan üç beş hemşehrisiyle bugün sersefil ortada kalmıştır.  “... Acilciler kim, gazete kim? Bunu soracak yığınla siyaset vardır.” diyor ve hemen cevap veriyor. 

« … ama bugün değil. Dün. Artık bu konuda da belirli adımlar attık. Yalnız adımlar mı  acaba? Hiçte öyle değil. Denilebilir ki, ülkede en düzenli en çok dağıtan gazette CEPHE’dir. CEPHE, elden ele dolaşmaya başladı. » (Yıl 1982, Cephe, Temmuz-Ağustos saysı)                 

Mihrac Ural’ın’in kim olduğunu, kime hizmet ettiğini, bundan önceki yazımda anlatmaya çalıştım. Bu kısa yazı onun çapsızlığını sahtekârlığını ve inanmadığı ve çoktan terk ettiği bir davayı savunuyormuş gibi yaptığını, kullandığı sokak diliyle kendini ele verdiğini, kendi yazdıklarıyla yaptıklarıyla gündeme getirmek ve gözler önüne sermek için yazıyorum. Bilenler zaten biliyor. Bilmeyenler için tekrar ediyorum. Mihrac'ın söylediklerinin hepsi yalan, yalan, yalan!.. 

Yıl 1983, Cephe,  sayı 21, Kasım sayısı:
  
« … eğitim kampları harıl harıl çalışmakta, yayınlarımızın dağıtımı sürekli ve anında yapılıyor. Cephe’mizin dağıtımını bizden olmayanlar da üstleniyor. Henüz doğrudan ilişkimiz olmayan alanlarda yayılıyor. … kendimizi tanıtma ve devrimi propaganda etme kampanyası açmış bulunuyoruz. Kimileri göstermiş olduğumuz ilgiye teşekkür ediyor. Olanaklarını örgütümüze açıyor, çeşitli örgütlerden militanlar ve sempatizanlar Leninist hattımızı benimseyerek örgütümüzün önderliğine giriyorlar. … AKP (Anadolu Komünist Partisi) devrimci miras üzerinde Leninist ölçütlerle inşa ediliyor. İşçi sınıfının sonuna değin tek devrimci sınıf olduğu bir an bile akıldan çıkartılmadan … Anadolu devriminin devrimci merkezi kuruluyor. »

THKP-C/Acilciler örgütünün oluşumuna gelişimine katkı yapmış, devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütümüz çatısı altında sürdürmüş ya da sürdürmek için çaba sarfetmiş, orta-doğuda bu kişinin yanında yöresinde bulunmuş, yalanlarla oyalanmış kandırılmış, tasfiye çabaları karşısında “acaba yanılıyor muyum” diye kendinden bile şüphe ederek hoşgörü sınırlarını zorlamış ve sonunda örgütten ayrılmış olan yoldaşların, bu sahtekârlıklar karşısında söyleyecek sözü olmalı!.. 

Mihrac Ural’ın belgelerinden fotoğraflarından ve kararlarından bahsettiği “1.Kongre" delegelerinden yanında  kaç kişi veya kim kaldı dersiniz? Az önce bahsettiğim, kalmak zorunda olan iki ya da üç kişi dışında hiç kimse yoktur. Kongre delegeleriyle birlikte o kongrede seçilen “Merkez Komite” üyeleri bile örgütten ayrıldı. 

Pavyoncu Zafer’in MK üyeliğine inanmayın. O kişi günümüzden üç sene öncesine kadar, Mihrac’ın Suriye’den Paris’e gönderdiği yeğeni Tevfik ile bir süre tokatçılık yaptılar, en yakın arkadaşlarını dahi dolandılar. Dolandırıcılıktan “kazandıkları paraların” bölüşümü esnasında aralarında çıkan anlaşmazlık üzerine kavga ederek ayrıldılar. Tevfik, Paris’ten kaçtı. Zafer, herkesten uzak kendi dünyasına çekildi. Mihrac’ın yüzlerce bilimsel yazıya imza attığını söylediği Pavyoncu Zafer’in, mektup yazacak kapasitede  olmadığını herkes biliyor. Bırakınız yüzlerce yazıyı, bir tanesini göstersin, ben bütün bu iddialarımı geri alacağım. Zafer’in adın kullanarak Mihrac’ın yazdığı o derin yazıları yazıdan saymıyorum.

1.Kongre’de seçilmiş MK üyeleri olarak ben ve Ali Sönmez, Kongre’den sekiz ay sonra örgütten ayrıldık. Benimle birlikte, aralarında bir “MK yedek üyesi” de dahil, Marmara ve Ege bölge sorumluları ile Fransa’dan 50 kişilik bir grup TKEP (Türkiye Komünist Emek Partisi)’e katıldık. TKEP’e katılım sürecinde bizimle birlikte hareket eden ve daha sonra bana kendi evinde, Günay Karaca yoldaşa kurulan tuzağı ve Hanna Maptunoğlu’nun "arabasının freniyle oynayarak” öldürülmesindeki rolünü anlatan Ertan (Semir) ile ilşkimizi kestik. Ali  Sönmez, TKEP’e katlmadı. Elindeki belgeleri açıklayacağını söyleyerek Almanya’ya gitti. Bugüne kadar hiçbir şey açıklamadı. 

Salih, ayrılık sürecinde hep ikili oynadı. Fransa’ya geldiğim zaman sürekli konuştuk, tartıştık. Söylenen her şeyi kabul ediyordu. Örgütümüzün Suriye kolunu ihrac etmek üzere hazırlayıp kendisine verdiğim yazıyı incelemek üzere aldıktan sonra Mihrac’a faksladığını, Mihrac’ın apar topar Paris’e gelmesi üzerine  öğrendim. Salih’in ikili tavrı üzerine, MK çoğunluğunu sağlayamadığımız için, Mihrac Ural ve ekibinin örgütümüzden ihracını gerçekleştiremedik. Bu olaydan sonra, Salih bir süre daha Mihrac’ın dümensuyunda hareket etti. Libya sorumlumuz Sami’nin, Mihrac ve ekibi tarafından Suriye’de öldürümesinı onaylamadığı halde örgütten kalmaya devam etti. Son olarak, MK yedek üyesi Yusuf (Zihni Alan)’un bizzat Mihrac tarafından öldürümesi  üzerine, “... THKP-C/Acilciler örgütüyle artık hiçbir ilişkim yoktur.”  diye kısa bir açıklama yaparak ayrıldı. Salih’in örgütten ayrılması üzerine, “bizimle birlikte hareket etmekten son anda niçin vazgeçtiğini” sordum. Cevap olarak, “Size güvenemedim. Örgütün düzeltilebileceğini sanıyordum. Yanılmışım!..” dedi.   

Haydar Yılmaz idam hükümlüsü olarak Çanakkale Cezaevi’nden firar etti. Avrupa’ya çıkışından kısa bir süre sonra Mihrac Ural ile yollarını ayırdı. Mihrac Ural bugüne kadar hep yalan söyledi, ikili oynadı, gerçek yüzünü ve asıl amacını gizledi. Suriye’ye çıktıktan sonra, devrim ve sosyalizm mücadelesine sırt çevirdi. Bir yandan “silahlı mücadele“ dedi, öte yandan silahlı mücadeleyi, isyancılığı, gerillacılığı, alnımıza yazılmış kara leke olarak gösterdi ve terketmenin erdemlerinden bahsetti. Ülkedeki devrim mücadelesine hazırlık için geri cephe olarak adlandırdığı Suriye’de kurumsallaşmanın öneminden dem vurdu. Kurumsallaşma adına örgütümüzün tüm maddi olanaklarını eşinin ve baldızının üzerine tapulayarak kendi geleceğinin alt yapısını sağlamlaştırdı. Yoldaşlarımızın hayatı pahasına yarattığı maddi değerlerin üzerine yattı. Suriye’de tarla, fırın, lokanta ve değişik şehirlerde evler aldı. Silahlı mücadele örgütü PKK ile hep dost ve temel ittifak gücü olduğunu belirten palavralar attı. 

1.Kongre’den hemen sonra, MK’nin birinci toplantısında aldığı ilk olarak, «Örgütümüzün Suriye’de bulunan taşınmaz mallarının derhal satılması » kararını aldık. Benim, Ali Sönmez’in ve Salih’in “evet“ oyuna karşı, Mihrac’ın ve Zafer’in karşı çıkmasıyla, 3-2 çoğunlukla aldığmız bu kararın gerekçesi suydu. Örgütümüzün, Suriye’nin değişik şehirlerinde bulunan taşınmaz malları (lokantalar, apartman daireleri, tarlalar, fırın, demir doğrama ve boya atölyesi ile birlikte, Mihrac’ın hanımında bulunan altınları) bir an önce satılarak, elde edilen parayı Türkiye’ye gönderilen ve gönderilecek olan yoldaşların hareket kabiliyetlerini kolaylaştırmaya yönelik amaçlar için kullanmak. 

Mihrac Ural bu kararı kabul etmedi. “Alınan bu kararın kendisine karşı güvensizlik anlamına gelmediği, örgütümüz yarattığı değerlerin kendi eşinin ve baldızının adına kayıtlı olmasının da birtakim sakıncaları ve riskleri olduğunu, kendisine herhangi bir şey olması durumunda Suriye vatandaşı olan eşinden ve baldızından hiçbir hak iddia edecek durumda olmadığımızı” belirtmeyi  de ihmal etmedik.  

Aldığımız bu karar biz Avrupa’ya çıktıktan sonra unutuldu. Tüm ısrarlarımıza rağmen uygulanmadı. Sonradan anlaşıldı ki, taşınmaz mallarımızın bir kısmı zaten satılamazmış, satılmasi kanunen yasakmış. Mihrac Ural’ın örgüt bütçesinden yüklü miktarda  ödeme yaparak aldığı Lattakiye’deki apartman dairesinin satışı yapılamazmış. Savaşta şehit düşenlerin eşine devlet tarafından satılamaz kaydıyla bir apartman dairesi veriliyormuş. Dul kalan eş yeniden evlenirse bu daire elinden alınıyormuş. Şehit eşine verilen apartman dairesinin alımı satımı yapılamıyormuş. Bu nedenle, Mihrac’ın baldızına ödenen örgüt parasını bir daha almak mümkün olmadı. Yoldaşlarımızın hayatın riske ederek yaptıkları kamulaştırma eylemlerinden elde edilen paraların kimlere peşkeş çekildiği de böylelikle açığa çıkmış oldu. Öte yandan, Mihrac’ın Türkiye’deki babasına gönderdiği “hediye” paketini götüren sempatizan arkadaşın polis tarafından yakalanması üzerine hediye olduğu söylenen şeyin aslında “yüklü miktarda altın” olduğu anlaşılmış. 

Mihrac Ural yaptığı bu hokkabazlıkları bilenleri yanında yöresinde tutmak için her yolu denedi. Benim gibi, Ali Sönmez gibi, çok şey bilenlere, ayrılmaları halinde bile konuşmamaları karşılığında para teklif etti. Ayrılanları ikna etmek için her türlü tavizi vermeye hazır olduğunu belirti. İkna olmayanları polis veya "MİT ajanı!.." olmakla suçladı. Yusuf gibi herşeyi başından beri bilenler kendinden ayrılır ayrılmaz “MİT ajanı!..“ oldu ve öldürüldü. Kendisini terketmek üzere olan Libya sorumlusu Sami (Gökhan Sac) yoldaşımız “Toplantı yapacağız!..“ bahanesiyle Libya’dan Suriye’ye getirildi ve ”MİT ajanı!..” olduğu iddiasıyla elleri ayakları bağlanıp denize atıldı. 

Kayserili Hasan (Aleattin Özden), benim ayrıldığım dönemde Mihrac ile birlikte Suriye’den Fransa’ya gelenler arasındaydı. “Fransa sorumlusu” ilan edilerek diğer örgütlerle görüşmeler yapmakla görevlendirildi. Oyun’du tabi. Hasan’ı defalarca uyardım. Hasan yapma, iyi düşün, bu adamın çevresinde üç beş Hataylı dışında kimse kalmadı. “İşte bakın, ayrılanlar bizim Hataylılardan ibaret  olduğumuzu süylüyorlar, Fransa sorumlumuz arap değil!..” diyebilmek için seni bir süre kullanacak, dedim. İkna edemedim. On sene hapis yatmış ve ağır işkenceler görmüş olan Kayserili Hasan da bir süre sonra “karanlık adam” ilan edildi.   

Yıl 1993, Cephe dergisi, sayı 66, Kasım sayısı :
  
« ... YUSUF (zihni Alan) adlı bir haini parayla satın alıp kışkırtmaları ardından hakettiği sonuçla karşılaşmasının sorumluları kendileridir. Sonuçta cezasını çekmekten kurtulamayan provakatörün ardılı olan bir soysuzu Paris’te şu ana kadar koyunlarında, örgütümüze karşı beslemeye devam ediyorlar. Yaptığı işler ile tasfiyeci çabaları polisiye tarzda sürdüren HASAN (Aleattin Özden) adlı karanlık kişiyi, halâ ne amaçla besledikleri belli değildir... » 
   
Açıkça görülüyor ki, düşünce ile eylem arasındaki tutarsızlık, kapasite ile konum arasındaki büyük uçuruma karşınn, yoldaşlarına yönelik  kumpas kurmadaki ustalık bir noktada kesiştiğinde ortaya çıkan sonuç, tam bir fiyasko oluyor. Mihrac Ural adlı hainin sonu da tam bir fiyasko olmuştur. Mihrac Ural, THKP-C/Acilciler örgütünün tarihinde bir kara leke, kendi yoldaşlarına ve davasına ihanet eden bir haindir. Mihrac Ural gerçeğini tam olarak anlamak için, Suriye’ye gerçeğine bakmak gerek!.. 


 5 Ocak 2009