NEBİL RAHOMA

İbrahim Yalçın 

Nebil Rahoma yoldaşımızı Türkiye’de 1980’den önce sol hareket içinde yer almış devrimci militanların pek çoğu bilirler. Birlikte hapis yatmış  ya da mücadele içinde tanışmış olabilirler. Nebil Rahoma’nın ölümünün üzerinden 28 yıl geçti. 12 Eylül öncesi dönemin sol hareketinin ürettiği olumsuzlukların Nebil gibi gözü pek  bir militana ulaşacağını hiç kimse tahmin edemezdi. İşte o kahredici kariyerizm ve karanlık ilişkiler yumağında ölümün soğuk yüzü Nebil’e kadar ulaştı. Nebil Rahoma kendi arkadaşları tarafindan öldürüldü. 

Nebil Rahoma’yı 1977 yılının Ağustos ayında bir eylem öncesi akşamında İstanbul’da Taksim civarında tanıdım. Sabah yapılacak kamulaştırma eylemi için akşam, Engin Erkiner, Ali Sönmez, Nebil Rahoma ve ben örgüt evinde toplandık. Nebil’in bir yandan bize çay yapması ve diğer yandan konuşmaları dikkatlice dinlemesi dikkatimi çekti. Engin Erkiner’e yavaşça, “Bu kim? Herşeyi duyuyor!..” diye sorduğumda, aldığım yanıt “Eylem kadrosundadır, yarınki eylemi birlikte yapacağız!..” oldu. Gerçekten de birgün sonraki eylemde son derece soğukkanlı ve seri hareketlerle verilen görevi eksiksiz yaptığını gördüm. Eylemden sonra çok geçmeden biz yakalandık ama günlerce takip edilmemize ve bütün hücre evlerimizin önceden polis tarafından tesbit edilmesine rağmen Nebil yakalanmadı. Gittiği her iki evin de basılmasına rağmen polis çemberini aşarak kurtuldu. Bizden sonra da eylemlerine aralıksız devam etti. THKP-C/Acilciler örgütünün İstanbul’daki tüm eylemlerinde yer aldı. Başkaları gibi arandığını ileri sürüp geri adım atmadı. 

Nebil bizden bir süre sonra yakalandı. İstanbul’da Sağmalcılar Cezaevi’nde yatarken, İstanbul Vatan Mühendislik Mimarlık Yüksek Okulu öğrencileri arasında çıkan kavgada aralarında Bedri Yağan’nın da bulunduğu 40 civarında devrimci öğrenci tutuklandı. Bu öğrenci grubunun kısa süre sonra topluca tahliye edilmesi üzerine, Bedri Yağan aynı koğuşta kaldıkları Nebil’e “Ben senin yerine hapiste kalayım, sen benim adımı kullanarak benim yerine çık git!..“ dedi. Bu teklif değerlendirildi. Sağmalcılar Cezaevi’nden firar edildi. Nebil, TİKKO davasından Hacı Demirkaya isimli başka bir devrimciyle beraber ve kendi yerlerine bıraktıkları iki kişinin kimliğini kullanarak cezaevi dışına çıkınca kapıda bekleyen polis ekibinin kendilerini beklediğini gördü. O gün yaşadıklarını gülerek anlattı. « Sağmalcılar Cezaevi’nin nizamiye kapısından çıktık, bir de ne görelim, bir polis arabası kapıda bizi bekliyor. TİKKO’cu Hacı’ya “Eyvah, bizi tanıdılar!..“ dedim. Yanlarına gelince, “Çabuk arabaya binin!..” dediler. Mecburen bindik. Araba hareket etti. Hiç kimse konuşmuyordu. Biz Gayrettepe’ye götürüldüğümüzü sanarken, araba Aksaray’da durdu. Polislerden biri kapıyı açtı, “Hadi atlayın bakalım, geçmiş olsun. Şimdi doğru okullarınıza!..” dedi. Çok şaşırdık!.. »

Türkiye’de, özellikle de 12 Eylül öncesi  dönemin sol grupları arasınd anlamsız rekabetlerin kıran kırana devam ettiği bir ortamda, bir başka devrimci örgütün taraftarının Nebil Rahoma için gösterdiği devrimci dayanışma ve fedakârlık, Nebil’in kişiliğine ve hapishanedeki örnek devrimci tavırlarına karşı gösterilmiş saygının sonucuydu. Nebil Rahoma hapisten kaçtıktan sonra örgütümüzün sempatizanlarından oluşturduğu eylem kadrosuyla mücadeleye devam etti. Girdiği bir silahlı çatışmada yaralandı ve yakalandı. Sağmalcılar serüveni yeniden başladı.


Nebil Rahoma ile ikinci kez karşılaşmam ve Filistinli gerillaların Sağmalcılar Cezaevi’nden firar olayı ... 

Nebil, polisle girdiği silahlı çatışma sonucu yaralı olarak yeniden Sağmalcılar hapishanesine konulduğu zaman ben Isparta’dan Amasya Kapalı Cezaevi’ne sürgün edilmiştim. Kısa süre sonra, Amasya’dan Sağmalcılar’a gönderildim. Nebil Rahoma ile tekrar karşılaştık. Firar etmek ve dışardaki sıcak mücadelenin içinde yer almak onun tek düşüncesiydi. “Nasıl olursa olsun mutlaka bir an önce bu duvarların ötesine geçmeliyiz!..“ diyordu. Aynı hapishanenin turist koğuşunda kalan ve Yeşilköy Havaalanı baskını davasında mübebbet hapis cezası almış olan iki Filistinli gerilla ile arası çok iyiydi . Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) gerillası Mehdi Munammed ve Hüseyin’le beni tanıştırdı. Çok iyi Türkçe konuşan bu iki Filistinli gerilla ile nasıl firar edeceğimiz konusunda birçok olasılığı değerlendirmeye başladık. İlk girişimimiz, tünel kazarak kaçmak fikri, suya düştü. Sağmalcılar siyasi koğuşunun havalandırma bölümünde bulunan kanalizasyon kapaklarını açarak içine girdik ve üç ayda 30 metreden fazla tünel kazdık. Ama kazdığımız tünel firar edeceğimiz günün akşamında tesadüfen ortaya çıktı. İkinci olasılık çok riskliydi. Filistinli iki gerillayı kaçırmak için önemli bir gerilla grubu Filistin’den Türkiye’ye gelmişti. Ziyarette bize anlattıkları ve fikrimizi sordukları plan şöyleydi: Belirlenen gün ve saatte Sağmalcılar Cezaevi’nde bizim bulunduğumuz koğuşun duvarına roket mermisi firlatılacak ve merminin açacağı delikten biz (Mehdi Muhammed, Hüseyin, Nebil ve ben) hemen geçerek hazır bekleyen arabaya bineceğiz ve olay yerinden uzaklasacağız. Roket fırlatılmasıyla birlikte cezaevi civarında bulunan tüm jandarma kulübeleri Filistinli gerillalar tarafından ateş altına alınacağı için çıkmamız kolay olacak. Bizden talep ettikleri  tek şey, bu eylemi biz kaçtıktan sonra THKP-C/Acilciler’in üstlenmesiydi. Filistinli olarak adlarının bu eyleme karışmasını istemiyorlardı. Türkiye ile Filistinli örgütler arasındaki iyi ilişkilerin bozulmasını istemediklerini söylüyorlardı. Ben ve Nebil ilke olarak buna itiraz etmedik, hatta Nebil hemen harekete geçilmesi taraftarıydı. Beni düşündüren, bu eylemin ardından örgütümüze yöneleceği kesin olan yoğun baskının altından kalkıp kalkamayacağımızdı. Nebil’e “Düşünelim!..“ dedim ve “Aklımda olan başka bir öneriyi deneyelim, eğer o da olmazsa, son çare olarak bu öneriyi kabul edelim!..“ dedim. 

Başarıyla sonuçlanan üçüncü öneri, ziyaret esnasında dışardan getirilecek testerelerle görüş kabininin demirini keserek ziyaretçiler arasına karışıp gitmekti. Düşündüğümüz gibi oldu. Ziyaret günü sabahı Filistinli iki gerillanın saçları traş edildi ve uzun yıllar birlikte aynı koğuşta kaldıkları arkadaşları bile traş edildikten sonra onları tanıyamadı. Ziyaretimize o zaman örgütümüzün İstanbul  yöneticilerinden Ahmet Ziya Erdönmez geldi. Ziya önceden herşeyi hazırladığı için ziyaret kabinindeki demiri kesmek uzun sürmedi. Önce iki Filistinliyi çıkarttık, ardından ben çıktım. Benden sonra Nebil’in çıkması gerekirken, Devrimci Sol davasından hapis yatan İbrahim İlci “Önce ben çıkayım!..” diye ısrar etmiş. Bu nedenle aralarında münakaşa çıkmış. Nebil’in gecikmesi üzerine, Filistinlilere dışarda bekleyen arabaya gitmelerini söyleyerek Nebil’u almak için yeniden hapishaneye döndüm. O sırada firar girişimi haberini alan idare alarma bastı. Nebil içeriye kaçtı, ben cezaevinin bahçesine çıktım. Alarm üzerine jandarma cezaevini kuşattı. Beni tanıdılar ve teslim olmamı istediler. Ellerimi havaya kaldırmamı isteyen jandarmaların bağrışmaları arasında, ellerimi havaya kaldırarak karşıda arabada beni gören Filistinlilere ellerimi sallayarak gitmelerini işaret ettim. Filistinli iki gerilla kaçtı. Nebil içeriye koğuşa gitti. İbrahim İlci’yle ben bahçede yakalandık. İstanbul Alay Komutanı’nın gözetiminde işkenceye alındığımda İsrail’in İstanbul Başkonsolusu bizi görmek için cezaevine geldi. Nebil Rahoma’yı da koğuştan alarak işkence etmek istediler ama cezaevindeki devrimciler Nebil’i vermediler. Bu olaydan sonra yine ayrıldık. Ben İstanbul Toptaşı Cezaevi’ne gönderildim. Nebil, Niğde Kapalı Cezaevi’ne sürgün edildi. 

Bu konuda daha sonra bazı spekülasyonların yapıldığını duydum. Örneğin, Recep Maraşlı bir yazısında Filistinlilerin firarından bahsederken, “Firar eyleminde cezaevi idaresinin parmağı vardı. İbrahim Yalçın’ın sözlerinden de bu anlaşılıyor” diye bir cümle geçiyor. Kesinlikle böyle birşey yok. Şöyle birşey var. Ben yakalandığım zaman, polis beni Gayrettepe’de sorgulamak istiyordu, jandarma ise İstanbul Alay Komutanlığı’na götürmek ve sorgulamayı orada kendisi yapmak istiyordu. Ben bir ara cezaevi savcısıyla odasında yalnız kaldım ve savcıya “Eğer beni bunların eline verirsen, firarda savcının da haberin vardı derim, beni bunlara verme!..” dedim. Sanırım bu tehdit etkili olmuş olmalı ki, Savcı “Cezaevi sınırları dışına çıkmamıştır!..” diyerek, sorgumun cezaevinde yapılması gerektiğini söyleyerek, beni polise ve jandarmaya vermedi. Recep Maraşlı ile sohbetlerimizde bunu söylemiş olabilirim ve Recep bunu anlattığı gibi yanlış anlamış olabilir. Olayın aslı esası budur.         


Nebil Rahoma THKP-C/Acilciler’den neden ayrıldı?.. 

Nebil Rahoma, Niğde Kapalı Cezaevi’nde fazla kalmadı, kısa süre sonra firar etti ve yeniden sıcak mücadelenin içinde yer aldı. Daha sonra bana anlattıklarından, bu dönemde Filistin’e gittiğini, orada hapishaneden kaçırdığımız Filistinli gerillalarla karşılaştığını, onlardan çok yardım ve destek gördüğünü, Filistinlilerle birlikte İsrail’de intihar eylemine gittiğini ve sağ salim tekrar kampa döndüğünü biliyorum. Filistin’de MLSPB’den Hasan Şensoy’la karşılaştıklarını ve uzun uzun sohbet ettiklerini, Acilciler’in MLSPB’nin ve Çayan Sempatizanları’nın birleştirilmesi üzerine konuştuklarını da bana anlattıklarından biliyorum. 

1979’un Aralık ayında hapisten tahliye oldum. Benim tahliyemden bir gün sonra, örgütümüze yönelik yeni bir operasyon başladı. Haydar Yılmaz yoldaş yakalandı. Haydar Yılmaz’ın yakalandığını Nebil, Filistin’den Türkiye’ye dönerken Bulgaristan üzerinde uçakta öğrenmiş. Nebil’le İstanbul “Yeni Bosna”da ikimizin de çok iyi bildiği eski bir ilişki evinde karşılaştık. İlk sözü, “Haydar’ın yakalandığını uçakta öğrendim!..” oldu. “Cezaevini basıp Haydar’ı kurtaralım!..” dedi. Oysa ben, Nebil’le başka şeyler konuşmak istiyordum. Örgütümüzde ayrılık vardı ve bu ayrılıkta Nebil’in de HDÖ adını kullanan arkadaşlardan yana tavır aldığını duymuştum, doğruluğunu ve nedenlerini konuşmak istiyordum. Nebil hep gülerdi, gözlerime baktı ve yine güldü. “Evet...“ dedi “HDÖ - Halkın Devrimci Öncüleri’yle birlikte hareket ediyorum. Mihrac’dan sürekli haber geliyor ama ben onunla birlikte olmak istemiyorum. Yoldaş siz, Mihrac’ı tanımıyorsunuz. Bu adamla bir yere gidilmez ve bundan hiçbir şey olmaz!..” diye devam etti. Çok uzun konuştuk. Kesin kararlıydı, cebinden bir kaset çıkarttı, “Bu kasedi Mihrac’a ver, herşeyi anlattım orada!..” dedi. Kasedi bana verdi. Bana verilen kasedi dinleme ihtiyacı duymadım. İçinde neler olduğunu konuşmalarımız sırasında söylemişti zaten. Kasedi bir hafta sonra, ziyarete gittiğimde, o  sırada Adıyaman Kapalı Cezaevi’nde yatan Mihrac Ural’a verdim. Mihrac Ural o kasette kendisine neler söylendiğini biliyor. Bu olayı şu nedenle açıklama gereği duydum. Kimileri olayı yine bu pislik adama getirip bağladı diyebilir. Söylediğim herşeyin arkasındayım. Mihrac’ın Nebil Rahoma’yı zoraki anmaların dışında anmayışının nedeni nedir?..  Neden, işte bu kasettir!.. 

Nebil, bu pisliğin gerçek yüzünü hepimizden önce gördü. Hiç konuşmayan, mütevazi ve son derece terbiyeli bir yapıya sahip olan, ülkemizin az sayıda yetiştirdiği idealist devrimcilerden biri olduğuna inandığım Nebil yoldaş, Mihrac Ural soytarısının içimizdeki hain olduğunu biliyordu. Nebil Rahoma, örgütümüzden ayrılmış olmasına rağmen aramızdaki ilişki hep yoldaşça sürdü. Ayni örgütteymişiz gibi birbirimizi sürekli gördük, birbirimize sırlarımızı anlattık, akıl fikir eylem birliği yaptık!.. 


Nebil Rahoma neden öldürüldü?.. 

Örgütümüzden ayrılmış olmasına rağmen, Nebil’in bizden kopmadığını çok iyi bilenlerdenim. Ayrılıktan sonra ilişkilerimizin hep sıcak kalmasının nedeni de zaten bu arkadaşlık yoldaşlık bağlarıydı. Nebil, Acilciler örgütünden ayrılmadı, Mihrac Ural adlı hainle aynı çatı altında olmamak için HDÖ saflarında kaldı. Nebil’le son görüşmemiz yine “Yeni Bosna“da oldu. 12 Eylül’ün en azgın günleriydi. Engin Erkiner ve Ali Sönmez hapisten firar etmişlerdi. Ali’yi Adana’ya yolladım. Engin, Yeni Bosna’ya yakın bir evde kalıyordu. Paramız yoktu, maddi sıkıntı içindeydik. Tam bu sırada Kartal Maltepe’de iki kuyumcunun aynı anda soyulduğunu ve 15 kilo altın alındığını öğrendik. Eylemin yapılış biçimi bize hiç de yabancı gelmedi. Bu eylemi HDÖ’lü arkadaşlar yapmış olabilirdi. Nebil’i ilk gördüğümde, “Bunu siz mi yaptınız?..“ diye sordum. Güldü ve “Evet!..“ dedi. Paraya ihtiyacım olduğunu söyledim. Hiç düşünmeden “Ziya’nın evinde bir miktar altın var, söyleyeyim getirsin.. Eğer çok paraya ihtiyacınız var varsa, bizde iyi bir istihbarat var, onu size vereyim siz yapın. Kadro eksiğiniz varsa, isterseniz, ben de sizinle bu eyleme gireyim!..” dedi. Belirlediğimiz günde ve saatte Ziya Erdönmez bir kese kâğıdı içinde iki kg kadar altın getirdi verdi bana. Nebil için önemli olan, THKP-C ideolojisini savunan bütün grupların birlikte hareket etmesiydi. Ali Çakmaklı olayını konuştuğumuzda, Mihrac’a karşı öfkesi açıkça belli oluyordu. “Ali’ye karşılık Mihrac’ı cezalandırmak isteyenleri zor zaptediyoruz!..” dediğinde, kendisine bu olayı tasvip etmediğimi ve bu nedenle Ali Çakmaklı hakkında yazılan “Karanlık Adam“ başlıklı bildiriyi İstanbul’da dağıttırmadığımı söyledim. Gerçekten de dağıttırmadım, çünkü iddia edilen şeylerin hiçbiri tutarlı değildi. Ali Çakmaklı da Nebil Rahoma gibi Acilciler’den ayrılarak HDÖ saflarında yer almıştı. Bulunduğu bölgede sevilen sayılan ve sözü dinlenen biri olması, teorik seviyesi bulunduğu bölge ortalamasının hayli üzerine çıkması Mihrac’ı korkutuyordu. Aradan yıllar geçtikten sonra Mihrac bunu itiraf etti. Nebil Rahoma hiçbir yoldaşının burnunun kanamasını bile istemezken, yoldaş bildikleri tarafından kendisine kurulan tuzaklardan elbette habersizdi. Yoldaşlarına karşı tuzak kurmayı bırakın, hiçbir devrimciye en küçük zarar gelmemesi için kendisini göz göre riske atmaktan çekinmiyordu. Nebil Rahoma’nın bizlerle bu kadar samimi olması ve dayanışma amacıyla Ziya Erdönmez vasıtasıyla bize altın göndermesi gerekçesiyle tutuklanması, bir takım ipe sapa gelmez uyduruk iddialar bahane edilerek başına kurşun sıkılması, aslında sadece Nebil’e değil, devrim ve sosyalizm uğruna mücadele edenlerin kalbine kurşun sıkmak anlamına geliyor. Nebil Rahoma’yı tutuklayanlar, gece kaçması için ellerini gevşek bağlamışlar. Buna rağmen, “Kaçmamı beklemeyin, ya beni öldürürsünüz ya da bu suçlamaları çeker özür dilersiniz!..” diyerek dik durmuş. Nebil’i kurşunlayan hainler, kurşunladıktan sonra, başında oturup ağlamışlar. 

Nebil Rahoma öldürüldükten sonra yakalanan arkadaşları, Kartal Maltepe’de soyulan kuyumcu dükkânındaki altınları Nebil’in bana verdiğini polise söylemisler. Cezaevi’nden alınarak sorguya götürüldüğümde beni sorgulayan polis şefinin söyledikleri çok anlamlıydı. “İçinizde doğru dürüst yiğit bir delikanlı Nebil vardı, onu da kendi ellerinizle öldürdünüz!..” dedi. Düşmanın bile saygıyla andığı bu yiğit devrimci yoldaşımın anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Onu hiç unutmadım, unutmayacağım.

Küçük bir not : Nebil Rahoma’nın ölüm emrini veren M.Özer isimli hain şu anda nerede ne iş yapıyor, bilen var mı? Nerede olduğunu ve ne iş yaptığını kimse bilmiyor. Bilinen, Nebil’in ölüm emrini vermekle asıl görevini yaptığıdır ve bu hesabın birgün mutlaka sorulacağıdır!.. 





MİHRAC URAL'IN MARİFETLERİ

İbrahim Yalçın 


Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi (Acilciler) örgütüne belli bir döneminde sızmış olan Mihrac Ural adlı soytarı son günlerde internet sitelerinde boy gösteriyor. İnternet ortamının yarattığı imkânları kullanarak bir kere daha devrimcilerin arasına karışmak istiyor. Yaptığı sahtekârlıkların hesabının sorulmayacağını sanıyor. 

Turkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi (Acilciler) örgütünün tüm devrimci değerlerini kirletmesi ve Suriyeli yoldaşlarına peşkeş çekmesi yetmiyormuş gibi, kendisini çoktan terketmiş olan ve devrimci özünü korumaya devam eden eski yoldaşlarını karalıyor. Onları devrim ve demokrasi mücadelesinden soğutmaya çalışıyor. Yaptığı ihanetin gizli kalacağını, kendi tabiriyle “kıracağını” sanıyor. Örgütümüzün sempatizanı militanı ya da yöneticisi olmuş yoldaşlarımızdan bir tek kişi dahi bugün bu soytarı ile birlikte değildir. Onu işlediği suçlarıyla birlikte tek başına bırakmıştır. Bu durum,  herşeyi açıklamaya yeter de artar bile. 

Acilciler örgütünün tamamının da bildiği gibi, Mihrac Ural adlı hain, 12 Eylül 1980’den az önce Suriye’ye geçmiştir. Suriye’nin kendine özgü koşullarında bir yer edinmiştir. Türkiye’de barınma imkânı ortadan kalkan örgütümüzün militan ve sempatizanlarının da bu alana gelmesiyle ya da getirilmesiyle Suriye’de ciddi bir devrimci potansiyel oluşmuştur. 

Deniz Gezmiş’lerden Mahir Çayan’lara kadar, devrimci hareketimizin yabancı olmadığı bu alana gidenlerin amacı bellidir. Orta-doğuda mazlum filistin halkıyla dayanışma yapmak, ilerici devrimci filistin örgütlerinin savaş tecrübelerinden yararlanmak, askeri ve siyasi yeteneklerini geliştirip yurda dönmek, devrim ve sosyalizm mücadelesine daha donanımlı katılmaktır. 

Türkiye’den orta-doğuya giden Türkiyeli tüm devrimcilerin olduğu gibi, örgütümüz militanlarının da asıl amacı böyleydi. Ama orada yaşananlar, örgütümüz açısından hedeflenen amaçlara hizmet etmediği gibi, örgütsel yapımızın tasfiye edilerek istihbarat örgütlerine peşkeş çekilmesini ve bambaşka amaçların gerçekleşmesini sağlamıştır.


THKP-C (Acilciler) örgütü nasıl tasfiye edildi?.. 

12 Mart 1971 sonrası dönemin hemen akabinde, mevcut durum tespitinden hareketle tek başına devrimci şiddet yöntemini kullanma kararı alarak harekete geçen örgütümüz, doğal olarak ağır darbelere de maruz kalmıştır. Malatya Beylerdesi’nde iki yöneticisini ve bir militanını kaybeden örgütümüz, bu ağır darbenin yaralarını sarmaya uğraşırken, 1977 yılının Ağustos ayında ikinci bir darbe daha yemiş ve birçok militanıyla bazı yöneticilerini kaybetmiştir. Militan kadrosunun ve yöneticilerinin tutuklanarak zindanlara hapsedildiği bu süreçte başlayan örgütiçi ideolojik tartışmalar, Halkın Devrimci Öncüleri ayrılığına ve örgütsel yapıda yönetici boşluğuna yol açmıştır. Polis operasyonlarının ve yaşanan ideolojik ayrışmaların örgütsel yapıda yaratmış olduğu bu boşluk, bu dönemde örgütümüzün Antakya sorumlusu olan Mihrac Ural adlı soytarı için beklenmedik bir firsata dönüşmüştür. 

Darbe yenilen bölgelere kendi yakın çevresini ve sempatizan düzeyindeki akrabalarını sorumlu olarak atamayla işe başlayan bu şahıs, Hatay’daki örgütlenmeyi bire bin katıp örgüt içine yönelik yoğun propaganda yaparak kendini kabul ettirmeye özellikle önem vermiştir. Bu konuda başarılı da olmuştur. 12 Eylül darbesinden az önce Adana Kapalı Cezaevi’nden firar ederek hemen Suriye’ye geçmiştir.

Mihrac Ural’ın kısa bir süre önce Türkiye sorumlusu olarak atadığı Tacettin Sarı’nın da hiç kimseye bilgi vermeden Suriye’ye kaçtığını ve bu nedenle örgütümüz tarafından cezalandırılmasına karar verildiğini unutmayalım. 

Mihrac Ural, Suriye’ye geçtikten hemen sonra, Suriye istihbarat örgütü Muhabarat tarafından, Türkiye sınırındaki Basid kasabasında mevzilendirilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan süreçte devrimciler Türkiye’den Suriye’ye akın akın geçmiştir. Gelenlerin pek çoğu THKP-C Acilciler örgütü taraftarı ya da militanlarıdır. Bu insanların ilk geldikleri yer, sınırın hemen öte tarafındaki kasabadır. Yani, Mihrac Ural’ın daha önceden Muhabarat tarafindan mevzilendirildiği alandır. Kaldı ki, başka bölgelere gelenlerin hemen tamamı Muhabarat tarafından yakalanarak ya da yönlendirilerek buraya getirilmiştir. 12 Eylül sürecinde Suriye’ye geçen tüm devrimciler bu gerçeği gayet iyi bilirler. Buraya geliyorlar ve Mihrac Ural’la tanışıyorlar. Mihrac’ın buradaki görevi, yanına gelen ve pek çoğu dil bilmeyen bu insanları “devrimci önder” edasıyla karşılayıp, eğitim olanaklarından, enternasyonal dayanışmadan, zindanlardaki yoldaşlardan, yeniden mücadeleye dönmekten, faşizme karşı savaşmaktan özellikle bahsederek, Muhabarat’ın daha önceden belirlediği hedeflere yönlendirmektir. Gelenler de zaten bu niyettedir. Amaçları bir süre burada kalmak ve şartlar olgunlaştığında yeniden ülkeye dönerek devrimci mücadeleye kaldıkları yerden devam etmektir. Böylece birleşilmiş olunuyor. Geriye kalan bu kişilerin askeri ve siyasi eğitim olanaklarıdır. Bu tür olanaklar da Suriye yanlısı filistinli örgütlerden sağlanıyor. Buraya kadar herşey normal görünüyor. Çok geçmeden birçok şeyin hiç de normal olmadığı kuşkusu kafaları kurcalamaya başlıyor. Kuşkular gün geçtikçe artarak yaygınlaşıyor. Kuşkuların yaygınlaşması ve yüksek sesle dile getirilmesi, işi çığırından çıkarıyor. İç çatışmalar ve ayrılıklar ortaya çıkınca, Mihrac Ural’ın yüzündeki devrimci maskesi düşmeye başlıyor. O yüzden, saldırganlaşıyor.


Günay Karaca niçin öldürülmek istendi?
Ahmet Çolak’ı kim öldürdü?
Müntecep Kesici (Şıh) niçin öldürüldü?

1981 yılının ortalarına doğru örgütsel yapımızın çok büyük bölümü Suriye’de Lübnan’da ya da hapishanelerde bulunuyordu. Suriye’de ve Lübnan’da bulunan örgüt militanları, bir süre sonra oradaki konumlarını sorgulamaya başladılar. Lübnan’da bulunanlar askeri eğitim diye nöbet tutmaktan ve sığınak kazmaktan bunaldılar. Suriye yanlısı filistin örgütü kamplarında her ay düzenli olarak aldıkları aylıklarını örgüte verdiler. Türkiye’ye dönmek istediklerini dile getirmeye başladılar. Suriye’dekiler de daha ne kadar bu alanda kalacaklarını yüksek sesle sorguladılar.  Mihrac Ural’ın enternasyonalizm, devrimci Suriye, Hatay Sorunu ya da Türkiye’deki devrimci savaşa hazırlık adı altında attığı palavraların etkisi iyice azaldı. Türkiye’ye dönmek isteyenler binbir bahane ile engellendi. Türkiye’den yeni yeni insanlar getirilmeye devam edildi. Yine aynı dönemde, filistinli örgütler arasındaki anlaşmazlıklar her geçen gün büyüyor ve yer yer iç çatışmalara doğru hızla ilerliyordu. Örgüt tabanı filistinliler arasındaki anlaşmazlıklarda taraf olmak istemiyordu. 

Örgütümüzün Kayseri bölgesi yöneticilerinden Günay Karaca, tam da bu dönemde Türkiye’ye dönme konusunda kararlı olduğunu belli etti. Günay Karaca yoldaş her türlü engelleme çabalarına karşın Türkiye’ye ilk dönenlerdendir. Geri dönmeye kararlı olduğu anlaşılınca, Suriye’de Mihrac Ural’ın korumalığını yapan ve akrabası olan Ertan’a, Mihrac’ın suç ortağı Pavyoncu Zafer, “Bu puştu alın, sınırı geçirdikten sonra kafasına sıkın!..” diye talimat vermiş. 

Temmuz 1987’de Paris’e geldiğimde bu olayı bana, adı geçen şahıs bizzat kendisi anlattı. O zaman örgütten ayrılmıştı ve Suriye’de bulunduğu dönemde Mihrac Ural adına işlediği suçların vicdanını rahatsiz ettiğini söylemekten çekinmiyordu. “Verilen kesin talimata rağmen, Günay Karaca’yı öldürmedim!..” diye kendisini affetmeye çalışıyordu. Ertan bu olayı bana anlatırken yanında, aynı dönemde Suriye’de bulunan kardeşi İbo ile akrabası Damar ve hanımı vardı. Aynı şahıs, Orly’deki evinde o gün sadece bu olayı anlatmadı. Merkez Komite üyesi Hanna Maptunoğlu’na kurulan alçakça tuzağın nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini de anlattı. Günay Karaca’nın öldürülemeyişi, THKP-C (Acilciler) örgütü militanlarına kurulan tuzağı sona erdirmedi.

Günay Karaca yoldaştan sonra, Ahmet Çolak yoldaşımız Türkiye’ye dönmek için yola çıktı. Sınırı geçer geçmez kurşunlanarak delik deşik edildi. Ahmet Çolak da Günay Karaca gibi mevcut ilişkilerden rahatsız olduğunu söylüyordu. Türkiye’ye dönerek mücadeleye devam etmek isteyen yoldaşlarla aynı düşünceyi paylaşıyordu. Ahmet Çolak yoldaşın Türkiye’ye dönmek için sınırı geçmesine kimin ya da kimlerin “yardımcı”olduğunu öğrenemedim. Bilen yoldaşlar varsa, bu konuda bildiklerini söylemeye davet ediyorum. Günay Karaca’yı götüren Ertan, Ahmet yoldaşı kimin götürdüğünü bilmediğini söylüyor. O dönemde Suriye’de bulunan birçok yoldaş Ahmet Çolak olayının son derece karışık olduğunun altını çiziyor. Günay Karaca yoldaşın gönderilmesi sırasında görülen zaafiyetin bir daha tekrar etmemesi için, gerekli önlemlerin alındığı anlaşılıyor. Ahmet Çolak yoldaşı öldürten biliniyor ama öldüren bilinmiyor. 

Bir yandan yoldaşlara tuzak kuracaksın, öte yandan kimsenin inanmadığı yalan yazıcılığına devam edeceksin. 1981’de, (Cephe dergisi, sayı 2, sayfa 8’de) bakın ne yazmış bu sahtekâr “….. tespit edilen hedeflere hızla varıyoruz. Türkiye devrimci hareketinde soyutlanışımız sona eriyor. Çemberi kırdık. Oluktan boşalırcasına geliyoruz”.  Kafasında hep “soyutlanma” korkusu taşıdığı görülüyor. Her yerde “çemberi kırdık” demeye özen gösteriyor. Korkuyor.


Müntecep Kesici (Şıh) niçin öldürüldü?.. 

Mihrac Ural’ın suçları saymakla bitmez. 12 Eylül sonrası “sol içi” çatışmalarda ilk öldürülerden birisi de, Müntecep Kesici yoldaştır. O ne derse desin, ister “kaza kurşunuyla öldü” desin, isterse “provakasyon sonucu istenmeden oldu” desin, hiç farketmez. 1987 yılında Suriye’de Müntecep yoldaşın öldürülmesi olayını sorduğum zaman bana anlatılanları biliyorum. Örgütün parçalanmak üzere olduğunu birtakım provakatörlerin tezgâhna geldiğini anlattıktan sonra bir kahraman edasıyla “İşte bu silahla öldürüldü!..” diye çekmecesinden çıkarttığı toplu tabancayı göstererek orada kaldığım süre içinde aynı silahı taşımam için bana vermek istediğini biliyorum. Neden taşımak istemediğimi de Mihrac çok iyi biliyor. 

1982 yılında örgütsel yapımız tam bir alt-üst oluş halindedir. Örgüt içerisinde Suriye yanlısı güçlerin etkinliği her geçen gün artmaktadır. Suriye yanlıları ile Türkiye’deki devrim ve sosyalizm davasına sadık kalan yoldaşlar arasındaki açık çatışma başlamak üzeredir. Burada bir parantez açarak belirtmek zorundayım. Mihrac’ın gerçek niyetini bilmeyerek o dönem onunla hareket edenler daha sonra Mihrac’ı terk ettiler. 

Bu seferki başkaldırı, Günay Karaca ve Ahmet Çolak yoldaşların durumundan farklıdır. Tek tek değil, Suriye’de Lübnan’da önemli sorumlulukları olan ve çevresinde ciddi taraftar kitlesi olan potansiyel bir güçtür. Müntecep Kesici yoldaş, Mihrac Ural soytarısına karşı olan bu gücün önderlerinden olduğu için katledilmiştir. Müntecep Kesici’nin ve onunla hareket eden bir gurup yoldaşın, Mihrac Ural’ın Suriye’de ve Lübnan’da «Acilciler örgütünü istihbarat örgütlerine peşkeş çekmeye çalıştığı» iddiasıyla, Türkiye’ye dönüş hazırlıkları yaptığını, o dönem Suriye’de bulunan herkes çok iyi bilir. Müntecep Kesici’nin öldürülmesi ve Müntecep yoldaşla birlikte hareket eden Aydın ile Hakan’ın da esir alınarak ölüm tehditleriyle işkence edilmesi, Mihrac’ı terketmek isteyenlere karşı açık bir tehdittir. Aydın ve Hakan bir süre sonra diğer devrimci örgütlerin araya girmesiyle kurtarılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var. Örgüt içerisinde ne zaman bir başkaldırı olsa veya ne zaman Türkiye’ye dönme eğilimi yüksek sesle konuşulmaya başlansa, Türkiye’de örgütümüze karşı polis operasyonu yapılmştır. Müntecep Kesici yoldaşın öldürülmesinden bir süre sonra Hatay’da İskenderun’da 81 kişi yakalanmıştır. Sanki, geri dönmek isteyen yoldaşlara “Giderseniz yakalanırsınız!..” mesajı verilmek isteniyor. 

Mihrac Ural’ın sinsi planlarının hızla deşifre olmasını sağlayan olan asıl olay, Engin Erkiner’in örgütten ayrılmasıyla başlamıştır. Engin üç ya da dört ay kaldığı Suriye’den Avrupa’ya çıktıktan kısa süre sonra, kendi tabiriyle “bu adamdan bir bok olmaz” diye, örgütle ilişkisini kestiği zaman bu durumun ilerde yaratacağı sarsıntının farkına ilk varan sanırım Mihrac olmuştur. Müntecep Kesici ve arkadaşlarının da Engin’le bağlantılı olarak başkaldırdığını sanan (her iki ayrığın da birbirleriyle organize bağı yoktu) Mihrac Ural, Engin Erkiner hakkında yoğun ve pis bir kampanya başlattı. Her türlü tehdit şantaj ve karalama kampanyasıyla örgüt üyelerini Engin Erkiner’e karşı tavır almaya zorladı. Suriye’den başka hiçbir bölgede başarılı olamadı. Engin Erkiner’in bu örgütün kurucularından olması, o güne kadar örgütümüzün teorik yazılarının tamamını yazmış olması, Mihrac Ural için dayanılmaz bir sancı kaynağıdır. Kendi çapsızlığının da farkında olduğu için mevcut durumu kabullendi. Ayrılık, o güne kadar birikmiş kinlerin kusulmasına vesile oldu. Şimdi, aradan geçmiş 30 seneye rağmen, “belge yayınlıyorum” diye ifade kırıntıları yayınlayan ve herşeyi çarpıtan bu sefilin amacı, kafa bulandırmaktır. Devrimciler için tuzak kurmaktadır. Özellikle eski yoldaşlar hiçbir şeyle uğraşmasın. Uğraşmasınlar ki, kendisiyle uğraşılmasın!..


Süleyman Kılıç, Vedat Erdal, Selahattin Kaya, Kuvvettin Külekçi ... 

Sene 1983. Günay Karaca örgütten ayrıldı. Ahmet Çolak, Türkiye’ye dönerken sınırı geçer geçmez kurşunlanarak öldüdüldü. Müntecep Kesici örgütten ayrılarak Türkiye’ye dönmek istedi, Suriye’de vurularak öldürüldü, birlikte hareket ettiği Aydın ve Hakan alınarak işkence edildi. Hatay ve İskenderun’da örgüte yönelik polis operasyonu başladı, 81 kişi tutuklandı. Türkiye’ye geri dönüş olanakları her geçen gün zorlaşmaya başladı. Engin Erkiner’in örgütten ayrılmasının etkisi azalmış gibi görünürken, Suriye yanlısı filistinli örgütler ile Arafat’ın başını çektiği El Fetih örgütü arasındaki anlaşmazlıklar çatışmaya dönüştü. 

THKP-C Acilciler örgütünü pek fazla ilgilendirmemesi gereken filistinliler arası anlaşmazlık, Mihrac Ural adlı içimizdeki hain vasıtasıyla kendi iç sorunumuz olarak önümüze konuldu. MK üyesi Hanna Maptunoğlu yoldaş “Filistinlilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklar bizi ilgilendirmez!..“ diyerek tarafsız kalınması için ısrar etti. Mihrac Ural, Suriye yanlısı örgütler ile birlikte Yaser Arafat’ın El Fetih örgütüne karşı savaşılmasını savunuyordu. Aynı dönemde içinde yer aldığımız Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) de tarafsız kalma yönünde karar aldı. Mihrac Ural ile Hanna Maptunoğlu bu nedenle karşı karşıya geldiler ve birbirleriyle konuşmayı kestiler. O sırada filistinli örgütler arası savaş bütün hızıyla sürüyor ve Mihrac Ural’ın ısrarı ve zorlamasıyla yoldaşlarımız bulundukları alandan geri çekilmedi. Süleyman Kılıç, Vedat Erdal, Selahattin Kaya bu sırada öldürüldü. Kuvvettin Külekci yoldaş üç yoldaşıyla beraber esir düştü ve daha sonra Arafat’ın El Fetih örgütü tarafından işkence edilerek öldürüldü. Mihrac Ural adlı yalan yazıcı sahtekâr, yoldaşlarımızın işte böyle öldürülmeleri olayını “enternasyonalizm adına devrimci savaşta şehit düştüler“ diyerek devrimcilere yalan söyledi. 

Mihrac Ural’ın o dönemde yazdığı yazıları yanyana getirdiğimiz zaman gerçek yüzü kendiliğinden ortaya çıkıyor. 

4 aralık 1983 tarihli, THKP-C Acilciler MK bildirisi: 

« Yoldaşlarımızın şehit oluşu ve FKÖ’deki çatışmalarda tavrımız » 

« Tavrımız, FKÖ iç çatışmalarında taraf değiliz. Filistin devrimi bir çıkmaz içindedir. Kaynakları görünürdeki sorunlar değildir. ... filistin halkının tarihinde kazanmış olduğu ve dünyaca saygınlık gören kurtuluş örgütlerinin birliğini korumak bu günün temel görevidir; buna rağmen ilişkilerimiz gereği yoldaşlarımız yalnız nöbet işleriyle görevli olmuştur. Çatışmalar nehir el barid muhayyeminden beddevi’ye sıçrayınca, çatışmaların yoğunluğu arttı. Beddevi’nin Arafat kuvvetlerinden diğer kanada geçişi sırasında aynı alanda nöbetçi olan yoldaşlar saika örgütünden o sırada ayrılarak Arafat’a katılan ve dolayısıyla yoldaşlarımızın nöbet alanı arkasına düşen bir ketibe (30 kişilik askeri birlik) tarafından sorgusuz sualsiz vurularak şehit edilmiştir. » 

Bu açıklamayı okuyanlar yoldaşlarımızın taraf olmadığı bir savaşta nöbet tutarken yanlışlık sonucu öldürüldüğünü sanacak. Burada, ne enternasyonalizm adına bir savaşta yer aldıkları belli, ne de kahramanca savaştıkları yazıyor. Nöbet tutarken sorgusuz sualsiz öldürüldükleri var. Sorgu sual olsaydı belki de öldürülmeleri gerekmezdi deniliyor. İşin aslı bu değil elbette. Gerçeğin böyle olmadığı bir başka bildiride açık seçik itiraf ediliyor. 

Burada bir hatırlatma yapmak zorundayım. Mihrac Ural bu açıklamayı “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)“ örgütüne yazıyor, ama aynı gün baska bir açıklama daha yazıyor. Peki onu kimler için yazıyor dersiniz? 

Çok önemli, aynı tarihte iki ayrı bildiri, her ikisi de “THKP-C (Acilciler) MK“ imzalı. İkinci bildiride aynen şöyle yazıyor: 

« Ölüm bitmek değildir, devrim sürüyor!.. » 

« Acilci koministler orta-doğu halklarının emperyalizme, siyonizme ve bölge gericiliğine karşı yürüttüğü şanlı savaşında aktif olarak yer aldılar, alıyorlar ve alacaklar. Genel sekreter Mihra Ural yoldaşın vurguladığı üzere…. Orta-doğudaki her devrimci, orta-doğu halklarının, emperyalistler, siyonistler ve gericiler tarafından maruz kaldığı saldırılar karşısında kaderiyle ölmemelidir şiarını Hanna (Ali Seyit) yoldaş ve Süleyman Kılıç, Vedat Erdal ve Salahattin Kaya yoldaşlar ete-kemiğe büründürmüşlerdir. » 

Birinci açıklama, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) örgütü adına yoldaşlara hitaben yazılmış. Ayn gün ikinci açıklama, Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) adına yazılıyor, Suriye’nin istihbarat örgütü Muhabarat’a ve Cemil Esad’a veriliyor. 

Mihrac Ural’ın kim olduğunu bilmeyen varsa, Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) örgütünün nasıl birşey olduğunu öğrenmelerini önermek durumundayım. 

Mihrac Ural’ın, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) örgütü ile hiçbir ilgisinin olmadığını çok iyi bilenlerdenim. En başta da Ali Sönmez bilmektedir. 

Mihrac Ural bunca çabasına rağmen Suriye istihbarat örgütü Muhabarat’ta ve Cemil Esad’a olan sadakatini yeteri kadar ispat edemediğini düşünerek bir başka yaz daha yazmış. Yazının başlığı, ilginç:

« Trablus'ta Oynanan Oyun » 

« Trablus’taki aynı taktiği 83’te devreye sokan Yaser Arafat, Suriye’nin kendisine ve FKÖ’ye saldığını bahane ederek devrime açık ihanetinin başlangıcı olan Kahire’ye gidişini haklı gösterme amacı ile Trablus çatışmalarını senaryo olarak kullanmıştı. Şam’da imzalanan anlaşma ve demokrasi güçlerinin politik askeri üstünlüğü temelinde artık hiçbir güç Trablus’u 4 Ekim sürecine döndüremez. Trablus’daki zafer tıpkı 85 Kasım’ında Yaser Arafat gericiliğine karşı kazanılan ilerici güçlerin zaferi kadar anlamlı olacaktır. O gün enternasyonalist ilkelerimize uygun olarak aldığımız çatışmalara katılma kararımızz bugün sonuçlarını vermektedir. Aynı alanda bölge gericiliğine karşı savaşta Filistin ve Lübnan demokrasi güçleriyle ortak katıldığımız (ve 4 yoldaşımızı katletme pahasına) 83 Kasım’ında gericiliğe büyük darbe indirilmesine rağmen yok edilemeyen gericilik bu savaşta nitelik belirleyici darbe yemiştir. Trablus savaşı, ilericiler lehine büyük oranda tamamlandı. Savaşın politik ve sosyal kesimi halen sürüyor. Çatışmaların Suriye kuvvetlerinin Trablus’a 6 Ekim’de girmesiyle birlikte bitmesi üzerine gericiler hedeflerine ulaşamadılar. » 

Bu kadar!.. Bu yazıyı kim yazmış olabilir? Suriye silahlı kuvvetler komutanlığı mı? Suriye istihbarat örgütü Muhabarat mı? Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) mi? Yoksa, “Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)“ mi? Hangisi dersiniz? Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) örgütünün hangi üyesi, bırakınız üyesini, hangi sempatizanı bu ihanet belgesini onaylar? 

“Çatışmalara katılma kararımız bugün sonuçlarını vermektedir” diyor. Bu sonuçlar ne olabilir dersiniz? Acilciler 12 Eylül zulmünden orta-doğuya filistinliliere karşı savaşmak için mi geldiler? Elbette hayır. 

Süleyman Kılıç, Vedat Erdal, Salahattin Kaya yoldaşlarımız, Mihrac Ural adlı hainin örgütümüze karşı kurduğu tuzağın kurbanı olarak Arafat’ın El Fetih örgütü savaşçıları tarafından öldürülmüştür. Kuvvettin Külekçi yoldaş nasıl öldürüldü peki?.. 

Mihrac Ural yazıyor. 10 Ocak 1984, Cephe, sayı 22.

THKP-C (Acilciler) MK Açıklaması : 

« Enternasyonalizm için düşenler, halkların bilincinde yaşar!.. » 

« 1963 Sivas doğumlu Kuvvettin Külekçi (Haydar) yoldaş bu çatışmalar sürecinde 4 yoldaşımız şehit 4 yoldaşımız da esir edilmişti. Esir edilen yoldaşlarımızdan biri daha gericiler tarafından insanlık dışı bir tarzda öldürüldü. Gericilerin eline yaralı olarak geçen yoldaşımız Kuvvettin Külekçi’ye ağır işkenceler yapılmış; tedavi edilmemiş ardından da gericiliğin vahşetine yakışır bir biçimde katledilmiştir. » Herşey ortada, fazla söz gerekmez.


Hanna Maptunoğlu’nu kimler nasıl öldürdü?.. 

Olay şöyle gelişiyor. Trablus’ta filistinli örgütler arasında silahlı çatışma var. Mihrac Ural bu çatışmalarda, Yaser Arafat’ın El Fetih örgütüne karşı, Suriye yanlısı diğer filistinli örgütlerle beraber savaşılmasından yana. Hanna Maptunoğlu filistinli örgütlerin kendi aralarındaki savaşa karışmaya kesinlikle karşı çıkıyor. Bu nedenle Mihrac ve Hanna biribirinin yüzlerini görmeye tahammül edemeyecek duruma geliyor ve konuşmuyorlar. Öte yandan, Hanna’nın şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Mihrac’ın istediği gibi örgütümüz militanlari FKÖ’ye karşı savaşmaya devam ediyor. 16 Kasım 1983’te Yaser Arafat’ın El Fetih gerillaları, Süleyman Kılıç, Vedat Erdal, Selahattin Kaya yoldaşlarımızı öldürüyor. Ayrıca dört yoldaşımızı da esir alıyor. Yaralı olarak esir alınan yoldaşlardan Kuvvettin Külekçi daha sonra öldürülüyor. Gece gelen bu haber üzerine Hanna Maptunoğlu yoldaşa öldürülen yoldaşların cenazesini gidip getirme görevi veriliyor. Hanna Maptunoğlu sabah erkenden kendi kullanacağı arabayla yola çıkacak ve Trablus’ta öldürülen yoldaşların cenazelerini alacak. Günay Karaca yoldaşa kurulan ve başarılı olmayan tuzak bu sefer Hanna Maptunoğlu için kuruluyor. Bu seferki emir, bizzat Mihrac Ural tarafından yine aynı kişiye veriliyor. Ertan'ın Mihrac Ural’dan görev, Hanna Maptunoğlu yoldaşın sabah erkenden kalkarak filistinlilerin öldürdüğü yoldaşların cenazelerini alıp getirececeği «arabanın freniyle oynamak». Verilen görev o gece yerine getiriliyor ve Merkez Komite üyemiz Hanna Maptunoğlu yolda kaza geçirerek ölüyor. 

Ertan adlı kişiye buradan yeni bir çağrı yapıyorum. Mihrac Ural’ın sana verdiği emir gereği yapılmış bu ihanetin ayrıntılarını açıklamalısın. Orly’deki kendi evinde, kardeşinin, eşinin, akraban olan Damar’ın yanında ağlayarak anlattığın bu olayı eski yoldaşların ve tüm devrimci demokratik güçlerin önünde tekrarlamak zorundasın.  Bir zamanlar uğruna savaştığın değerlere karşı bu bir görevdir. Bu görevi yerine getir ki, Mihrac Ural gibi devrimci kılığında içimize sızmış hainlerin gerçek yüzü açığa çıksın. Bir zamanlar içimizde bulunan ihaneti devrimciler demokrartlar tanısın. Bilmeyenlerin veya bildiklerinden kuşku duyanların gözleri açılsın. Bana ağlayarak anlattığın bu olay üzerine kardeşin ve eşin de çok şey anlattılar, biliyorsun. Bunları şimdi yazmayacağım. Ama sırası geldikçe yazmaktan geri durmayacağım. Hanna Maptunoğlu yoldaşımızın ölüm haberini aldığınızda Mihrac Ural’ın söylediği «Tanrı bizimle arkadaşlar, tanrı bizimle. Bir pislikten kurtulduk işte!..» diye çığlık attığını da anlatan sensin. Dayanamayıp dışarı çıktığını ve sahilde ağladığını da orada sen anlattın. Susmamalısın, konuşmalısın. Sen konuş ki, Mihrac’ın çenesi kapansın. 

Mihrac Ural’ın yazdığı yalanlara rağmen, Hanna Maptunoğlu’nun dört yoldaşıyla birlikte enternasyonalist kavgada ölmediğini, o dönem suriye de bulunan herkes çok iyi biliyor. Lakin, “trafik kazası”nın altında yatan asıl gerçeği bilenler azınlıkta kalıyor.


Mihrac Ural kime hizmet ediyor?.. 

Mihrac Ural’ın kimlere hizmet ettiğini en iyi bilenlerden biri, uzun yıllar en yakınında bulunan ve herşeyini paylaştığı Ali Sönmez’dir. Ali Sönmez’i Acilciler örgütünde tanımayan yoktur. Tanıyanlar, Mihrac Ural ile olan samimi ilişkilerini de bilirler. Bu ikili her yerde birbirlerine destek olmuş, birbirlerini korumuş kollamış ve birbirinden hiç ayrılmamıştır. Ali Sönmez, Engin Erkiner’le birlikte hapishaneden kaçtığı zaman kendisini ben buldum ve Adana’ya gitmesini sağladım. Engin Erkiner’le ben İstanbul ‘da kaldık. Ali Sönmez’i, Adana’ya gidişinden bir ay sonra tekrar gördüm. Güney bölgesi sorumlusu idi. Bu görüşmemizde bir takım kararlar aldık ve ben tekrar İstanbul’a döndüm. Dönüşümün üzerinden bir hafta dahi geçmemişti ki, Ali Sönmez’in Suriye’ye gittiğini duydum. Ne bize haber vermişti, ne de başkalarına. Mihrac Ural «Herşeyi bırak, atla gel... » dediği için gitmişti. Kısa bir süre sonra ben yakalandım ve Ali Sönmez’den 7 sene haber alamadım. 1987’de hapisten çıkıp Suriye’ye geçtiğim zaman önce Ali Sönmez’i görmek istedim. Şam’da kalıyor, dediler. Benim geldiğimi duyduğu halde yanıma gelmemesinin önemli bir nedeni olmalıydı. Mihrac’a sordum, “Ali neden gelmiyor, görmek istiyorum“ dedim. Ali Sönmez’in eskisi gibi olmadığını, bitmiş kişilik olduğunu, sadece eski sadakati nedeniyle MK üyesi yapıldığını, aslında herşeyi bıraktığını anlattı. Tüm yoldaşların önünde onu küçük dürecek ne varsa dalga geçerek konuşuyor ve böylece bana da üstü örtülü mesaj veriyordu. “Ali Sönmez’le samimi olma, o eski Ali değil!..” diyordu. Ali Sönmez üç ay sonra Lazkiye’ye ziyaretime geldi. Mihrac Ural, Ali Sönmez’i görünce bana anlattıklarının tam tersine Ali’ye öyle yağlar yakıyordu ki, şaşırdım kaldım. 

Ali ile başbaşa kalınca konuştuk. Bana söylediklerini aynen aktarıyorum: « Yoldaş, Mihrac Ural bu örgütü sattı. Ne devrim, ne sosyalizm, ne de Türkiye diye bir derdi yok. Tacettin Sarı ile birlikte Muhabarat hesabına çalışıyorlar. Cemil Esad’ın emriyle, “Türkiyeli Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)“ diye bir örgüt kurdular. Herşey bu örgüt için yapılıyor ve bizim örgütümüz paravan olarak kullanılıyor. Mihrac bana bu örgüt için çalışmamı söyledi. “Türkiye’de bir bok olmaz, artık herşey bitti, deli olma, ömrümüzün sonuna kadar bize yetecek paramız var, imkânlarımız var, çevremizde yığınla insan var...“ diye ahlâksız tekliflerde bulundu. Kabul etmediğim için benim hakkımda herşeyi yapıyor. Ben bunları bilmeme rağmen, içerdeki yoldaşların, yani sizlerin çıkmasını bekliyorum. Sırf bu yüzden ayrılmadım, bekliyorum. Bu örgütte tek ben kalsam bile mücadele edeceğim!..» dedi. 

Öyle şeyler anlatıyordu ki, insanın inanası gelmiyordu. Örgütü bu pislikten kurtarma kararı aldık. Beraber hareket etmemiz gerektiği üzerinde anlaştık. 

Bu olaydan birkaç ay sonra, ikimiz de MK kararıyla yurtdışına çıktık ve Paris’e geldik. Paris’te Salih’in evinde 30 kişilik örgüt militanlarıyla yaptığımız Fransa toplantısı sırasında Ali Sönmez, Mihrac Ural için “Bu adam faşittir, arkadaşlar gözlerinizi açın artık!..“ diye ateşli bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı orada bulunan herkes duydu. Özellikle MK üyeleri (benimle birlikte, Salih ve Pavyoncu Zafer) duydu. Hiç kimse sesini çıkartmadı. Bu olaydan sonra, Ali Sönmez için “Suriye’de öğrenim gören kardeşiyle birlikte Türk polisine bilgi aktarıyor, muhbir!..“ diye dedikodu yaygarası yapıldı. Ali o günlerde benim evimde kalıyordu. Ali’nin MK‘nin oybirliği ile hem MK’den hem de örgüt üyeliginden atılması için bana yapılan baskıları kabul etmedim. “Evden at!..“ dediler, yine kabul etmedim. “İhracını onayla!..“ dediler, reddettim. Tüm gelişmelerden Ali‘yi haberdar ettim. Bana baskı yapıyorlar, senin ihbarcı olduğun gerekçesiyle ihracına onay vermemi istiyorlar, birşeyler yap dedim. “İstediklerini yapsınlar, istersen sen de imzala. Ben yapacağımı biliyorum!..“ diyordu. Mihrac Ural’ın tüm pisliklerini açıklayacağını tekrarlayıp durmasına rağmen bir ay sonra herşeyden elini ayağını çekti ve Almanya’ya yerleşti. Daha sonra kendisinden haber almak mümkün olmadı. Mihrac Ural da Ali Sönmez Dosyası diye yayına hazırlayıp beklettiği dosyayı bir daha açmadı. Aralarında nasıl bir pazarlık olduğunu bilmiyorum. 

Ali Sönmez neden yapacağım dediği şeyleri yapmadı, Mihrac Ural neden Ali Sönmez ve kardeşi için hazırlayıp beklettiği bu dosyayı yayınlamadı, aralarında gizli pazarlık olmadıysa Ali Sönmez neden susuyor? Nedenlerini biliyorum. Şu an üzerinde çalıştığım anılarımın yazılması bittiği zaman okuyucuların da bunları detaylarına kadar öğreneceklerini söylemekle yetiniyorum. 

Buradan bir kez daha çağrı yapıyorum. Ali Sönmez, aynı dava için uzun yıllar birlikte mücadele ettik. Şimdi aramızda olmayan ya da halâ o davaya saygısı olan olan eski mücadele arkadaşlarına ve yoldaşlarına bir vicdan borcun var. Acilciler örgütünün kimlere nasıl peşkeş çekildiğini açıklamak zorundasın. 

Suriye devlet başkanı Hafiz Esad’ın kardeşi “Cemil Esad’ın ziyaretine sakın gitme!..“ diye beni niçin uyardın? Cemil Esad’ın ziyaretine “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler) örgütünün Türkiye sorumlusu“ olarak birkaç kere gittiğimi sana söylediğim zaman, «Yoldaş, senin yanındakiler, Mihrac ve Yusuf, senin söylediklerini kendi istedikleri gibi tercüme ediyor. Sen ne söylersen söyle onlar seni Türkiye’deki alevilerin temsilcisi diye tanıtıyor!..“ diye beni uyardın. Bunu nereder biliyordun?.. 

Mihrac Ural’ın yıllar önce sana yaptığı para teklifi, bana yapıldı. Örgütten ayrılmak üzere olduğum günlerde Mihrac Ural ve eşi Suriye’den Paris’e geldiler. Yanlarında MK yedek üyesi Kerem (Ozan Nidal) ve benden sonra Fransa sorumlusu yaptığı ve bir yıl sonra da “karanlık adam“ diye hakkında yazı yazdığı Kayserili Hasan vardı. Paris’in banliyölerinden Grigny’deki evimde uzun süre tartıştık. Suriye’den getirdikleri hediyelerle birlikte yanlarında bir de çanta vardı. İkna olmayacağımı anlayınca, tam bir tüccar mantığıyla çantayı açtı ve içindeki 300.000.- Fransız frangını çantayla birlikte bana doğru iterek, “Yoldaş mademki örgütten ayrılmaya kararlısın, sen bugüne kadar uzun yıllar hapis yattın, örgütün en ağır yüklerini taşıdın, tek başına buralarda nasıl yaşarsın. Bari şu parayı al, bu para örgütün sana olan borcu sayılır. Bu parayla kendine yeni bir hayat kurarsın...” diyerek suspayı rüşveti teklif etti. İşte o an aklıma, sana da aynı teklifin yapılmış olduğu geldi. Kusacak gibi oldum. Ayrılma kararımın ne kadar yerinde olduğunu daha iyi anladım. Daha sonra, tehditler karalamalar ve polistir ajandır suçlamaları geldi. Buna rağmen birkaç kere daha karşılaştığımızı hatırlıyorum. “Sen sus, sen susarsan ağzımı açmam. Biz örgütüz, sana kimse inanmaz, bize inanırlar“ diye bana geri adım attırmayı defalarca denedi. Mihrac Ural’in ihanetini görüp de susmak, uğruna mücadele ettiğin değerlere lanet okumak demektir. Bu senin için de öyledir. Öyle olmak zorundadır. Herkes için böyle olmalıdır. 

Son dönemlerde yeniden “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)” örgütünün genel sekreteri olduğunu iddia eden bu soytarının aslında üçüncü sınıf bir istihbarat elemanı olduğunu bilmeyen yok. Üçüncü sınıf bir istihbarat elemanı tabirini bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü onun iki kat üzerinde Tacettin Sarı vardır. Tacettin Sarı Hataylı’dır ve Mihrac tarafından Acilciler’in Türkiye sorumlusu yapıldı. 12 Eylül darbesinden bir ay kadar önce kimseye haber vermeden Suriye’ye kaçtı. Örgüt suçu işlediği gerekçesiyle hakkında cezalandırılma kararı alındı. Buna rağmen,1987 yılında Suriye’de Mihrac Ural’ın yanında karşıma çıktı. Muhabarat subayı olduğunu orada öğrendim. 


Mihrac Ural hangi örgütün arşivini araştırmacılara açacak?.. 

Varlığı devam eden illegal örgütün arşivi araştırmacılara açılır mı? Silahlı mücadele verdiğini iddia eden örgüt arşivi dosta düşmana açılabilir mi? Mihrac Ural bu vesileyle örgüt olmadığını itiraf etmiş olmuyor mu?.. 

Örgüt arşivini araştırmacılara açmak için önce karar vermesi gerekecek. Hangi örgütün arşivi açılacak? 1982 sonunda başlayarak 1983 ortalarında tasfiye edilen “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)“ örgütünün arşivi mi? Yoksa,1983 ortalarına doğru kurduğu “Türkiye’deki Hataylı’ların Kurtuluş Partisi – Cephesi (Acilciler)” örgütünün arşivi mi? Hangisi araştırmacıların hizmetine açılacak? 

Aslında her ikisini birden hizmete açarsa en doğrusunu yapmış olur. Örneğin, 1980 yılında “Karanlık Adam” diye polis ilan ettiği ve öldürttüğü Ali Çakmaklı dosyasını araştırmacılara açmalı. Önce bu dosya ile başlamalı ki, devrimcileri polis diye öldürtmeye başladığı tarih bilinsin. Bu dosya açılırsa, 1978’de Lazkiye’de en az 10 tane örgüt üyesi yoldaşın yanında, “Ali polis falan değildi, o dönemin şartları onu öyle icap ettiriyordu!..” diye itiraf ettiği de bilinsin. Bilinsin ki, Ali Yıldırım adındaki devrimcinin katili olduğu daha fazla karanlıkta kalmasın. Engine Erkiner hakkında unuttuğu açıklanmamış belge bilgi varsa onlar da açıklansın. Daha sonra, Günay Karaca ve Ahmet Çolak gerçeği ortaya çıksın. Suriye’de öldürülen yoldaşlarımızın niçin öldürüldüğü özellikle bilinsin. Ardından benim nasıl azılı MİT ajanı olduğum bir kez daha kanıtlansın. Ali Sönmez dosyası tozlu raflardan aşağı insin, Türk polisine ve MİT’ine kardeşiyle birlikte nasıl bilgi sızdırdıklarını kamuoyu öğrensin. Libya sorumlusu Sami’nin niye öldürüldüğü biliniyor ama nasıl öldürüldüğü pek bilinmiyor, kamuoyu bu konuyu da öğrensin. 1981’den başlayarak on seneye yakın birlikte çalıştığımız Yusuf’un, hangi nedenlerle bizzat Mihrac Ural tarafından öldürüldüğünü unutmasın. Yusuf (Zihni Alan)’un aniden polis olduğunu tesbit ettiğine göre, Mihrac’in takdire şayan bir kişilik olduğunu tarihler yazsın. Kayserili Hasan dosyası da unutulmasın, en son karanlık adamdır dediğin Hasan’ın boynu bükük kalmasın. 

Bütün bunların açıklanması gerçekten önemlidir. Bunlar mutlaka açıklanmalıdır. Açıklanmazsa, önemli sırlarımızın kötü niyetli düşmanların eline geçme ihtimali vardır. Bu sırlar mutlaka korunmalı, kesinlikle deşifre edilmemelidir. İllegal silahlı devrimci örgütün sırlarını açıklama şerefi şerefsizlere bırakılamaz!.. 

Örnek veriyorum. Son zamanlarda, sosyalist devletlerle olan ilişkilerden bahsedip duruyorsun ve bu devletlerle yapılan görüşmeleri yazışmaları araştırmacıların bilgilerine sunacağından dem vuruyorsun. Devletler diye çoğul takısı kullanmana şaşırdım. Benim bildigim, Ali Sönmez kanalıyla kurulmuş bir tek ilişki vardı. O ülkeye, ben gitmedim, diğer MK üyeleri gittiler ve bir ay kalarak geri döndüler. Hatırlıyor musun, o ülkenin başkentinde ülke liderinin heykeli önünde, sen, Ali Sönmez, Salih ve Pavyoncu Zafer bir pankart açmış ve birçok fotoğraf çektirmiştiniz. Sahi, o pankartta ne yazıyordu ve o fotoğraflar Suriye’de kimlere verildi. Örgüt üyelerinden, “Aman haa, görmesinler!..“ diye özenle sakladığın bu fotoğrafları da araştırmacıların hizmetine sunacak mısın? 

Bu ülke ile ilişkinin akibeti ne oldu, hatırlıyor musun? Hatırlamaya çalış, o ülkenin Suriye konsolosunun Lazkiye’de “Meridyen Oteli”nde bizleri nasıl tehdit ettiğini kimseye anlatma, olur mu? Sahi niçin tehdit edilmiştik, hatırlıyor musun? Bu olay üzerine ben MK üyeliğinden istifa etmiştim, sen kabul etmemiştin. 

Mihrac Ural, sakın ha, sakın gaza gelme, “Leninist 1. Kongre” rezaletinden kimseye bahsetme. Kongre delegelerini daha fazla mahcup etme. 

Cemil Esad’ın önünde, PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın şaşkın bakışları altında, Kongre üyelerine arapca olarak attırdığın sloganların içeriğini açıklama gafletine kalkma. Sahi o sloganlar neydi öyle? Cemil Esad’ın ayakta alkışladığı bu sloganların ne olduğunu, verilen bir saatlik arada, bütün üyeler birbirlerine sorup öğrenmeye çalıştı. Bu sloganların içeriğinin ne olduğunu araştırmacılara sakın söyleme. 

Bir konuyu daha kesinlikle açıklama. Suriye’den Türkiye’ye yollanan örgüt üyelerinden ilk iki ay içinde yakalanmayan kaç kişi var? Neden acaba hiç düşündün mü? Örgüt içinde herşeyi bilen bir “karanlık adam“ olabileceği hiç aklına geldi mi? Şöyle bir düşün, hiç aynaya baktığın oldu mu? Olduysa, sakın gördüğün “karanlık adam“ı açıklama. Türkiye ile Suriye arasında geçişleri organize eden, Adana ve Hatay emniyetinde muhbir eleman olarak çalışan, yıllardır sana kuryelik yapan, Hatay’ın Samandağ ilçesinin Yayıkdamlar köyünden Ali Hamam’ın adını kimselere söyleme. Bu kişiyi Suriye’de sorguya çektim, suçunu itiraf etti, yaptığı pisliklerin hepsini kabul etti. Bu olaydan sonra ben Fransa’ya geldim. Telefonda sordum, “Tamamdır yoldaş alınan karar uygulandı“ diye bana yalan söyledin. Bu kişiyi niçin görevlendirmeye devam ettin? Bu kişinin rehberlik yaptığı yoldaşların akıbeti ne oldu? Polis muhbiri olduğunu hiçbir baskı altında kalmadan itiraf eden bir kişi nasıl oluyor da aynı görevini sürdürmeye devam ediyor. 

1987’de Anavatan Partisi (ANAP) binalarına yönelik ve adına “Büyük Balık Operasyonu” dediğin bombalama eylemlerini kim adına ve neden yaptırttın? Biliyorsun, örgüt MK’sinin aldığı karar bu değildi. Bu kararı sana kim aldırttı? Bu eylemlerin arkasında yazdığın o yüz kızartıcı bildiriyle kimlere mesaj verdin? Turgut Özal’ın hanımına, “Eşine söyle, eline beline diline sahip olsun!..” derken ne demek istedin? Bu duyulursa, Cemil Esad’ın Murtada hareketi ile bağlantılı olduğun iddialarına sen bile engel olamazsın. 

Son olarak, “Liva İskenderun” olarak adlandırdığın ve “Anavatan Suriye’den zorla ilhak edilmiştir!..“ diye kendini yırtarcasına feveran eylediğin konulara da fazla girmemelisin. Orta-doğuda çıkan arapca dergilerde yayınlanan yazıları eşine okutup tercüme ederek ve sağını solunu değiştirerek kendi adınla Türkiye’deki siyasi dergilerde yayınladın, yayınlamaya da devam ediyorsun. Öyle derin yazılar yazmanın sırrını kimseye açıklama. Boşver, bırak insanlar bu yazıları senin yazdığını sansınlar!.. 


3 Aralık 2008




SURİYE CASUSUNA SUÇÜSTÜ

Saygı Öztürk 

Ankara – Suriye'de okuyan Türk vatandaşı bir üniversite öğrencisi Hatay'daki askeri tesislerin fotoğraflarını çekip Suriye'ye götürürken MİT ve Emniyet'in ortak operasyonu sonucu yakalandı. Ağustos ayında yakalanan 23 yaşındaki Ecevit Bahçecioğlu "ülke aleyhine casusluk faaliyetinde bulunmak" suçundan yargılanacak. Bahçecioğlu olayı, Türkiye'ye karşı düşmanca tutumu ve terörü desteklemesi nedeniyle Türkiye'nin sert tepkisine neden olan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'ın, ülkesinde öğrenim gören Türk öğrencilere çengel atarak "casusluk" yaptırdığını ortaya koydu. 

Suçu: Casusluk 

Alınan bilgilere göre, MİT ve Emniyet İstihbarat Şubesi ekipleri tarafından uzun süre izlenen Ecevit Bahçecioğlu, sınır kapısından çıkış yaparken askeri tesislerin filmleri ve örgütsel dokümanlarla birlikte 21 Ağustos günü yakalandı. "Casusluk" suçlamasıyla tutuklanan Bahçecioğlu'nun, askeri birliklerin fotoğraflarını çekilmesi emrini, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Acilciler Örgütü'nün Suriye temsilcisi Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci'den aldığını itiraf etti. 

Şam Üniversitesi Basın-Yayın öğrencisi olan Ecevit Bahçecioğlu ifadesinde, Marksist-Leninist düşünceye sahip olduğunu belirtti. Bu temele dayalı bir devlet kurmak amacıyla silahlı mücadeleyi esas alan yasadışı Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi-Acilciler Örgütü üyesi olduğunu belirtti. 

Bahçecioğlu, "Örgüt, Hatay'ın Suriye Devleti'nin bir şehri olduğunu ve 23 Temmuz 1939'da Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından işgal edildiğini savunmakta olup, bu nedenle de Suriye yönetimi tarafından kendilerine her türlü desteğin sağlandığını, örgüt mensuplarına Suriye Devleti'nden her türlü maddi ve manevi imkânların sağlandığı bir örgüttür" dedi. 

Nasıl girdim?

"Casusluk" suçundan cezaevine konulan Ecevit Bahçecioğlu, örgüte üye olduktan sonra Suriye'nin başkenti Şam'da örgütün Ortadoğu sorumlusu olan Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci ile Şam Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenci olan Necdet İnal aracılığıyla tanıştığını söyledi. 

Ali Zeya'nın talimatı ile Deniz Arslan, Tevfik Duran, Necdet Ünal, Metin Karasu ile birlikte Antakya'ya her gelişlerinde örgütün görüşleri doğrultusunda yayın yapan dergiyi Suriye'ye götürüp  dağıtımını yaptıklarını anlatan Ecevit Bahçecioğlu, askeri birliklerin fotoğraflarının çekilmesi ve bunların Suriye'ye götürülmesi olayını ise şöyle anlattı: 

"Okulun tatile girmesinden sonra örgütün Ortadoğu sorumlusu Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci, Hatay iline gitmemi ve İskenderun ile Samandağı ilçelerindeki askeri tesislerin resimlerini çekerek kendisine getirmemi söyledi. Ben bu resimleri ne yapacağını söyleyince bunların ileriye yönelik bir çalışma için lazım olduklarını söyledi, ancak nasıl bir çalışma yapılacağını söylemedi. Bu konudan örgütün Türkiye sorumlusu İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç'ın da haberi olduğunu, Hatay'da bu örgüt mensubu ile ilişki kurmamı söyledi. Ben de bu talimat üzerine 28 Temmuz 1994 tarihinde Türkiye'ye giriş yaparak Hatay iline geldim. 29 Ağustos'ta Antakya ilçe merkezinde örgütün görüşünde faaliyet gösteren Anadolu Kültür Merkezi'ne gelerek, Nazlı Gözel isimli bayan vasıtasıyla İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç ile Armutlu Mahallesi'ndeki ziyaret yerinin yanında buluştum. Durumu kendisine anlatınca, haberinin olduğunu söyledi ve görevi yerine getirmemi belirtti." 

"Denize gidiyor gibi"

Bu görüşmeden 4 gün sonra Deniz Aslan'ın fotoğraf makinasını alarak talimat gereği önce İskenderun'a gittiğini, burada bulunan 39. Mekanize Tugay Komutanlığı’nın ve askeri tesislerin fotoğraflarını çektiğini anlatan Ecevit Bahçecioğlu ifadesini şöyle sürdürdü: 

"Daha sonra Samandağı ilçesi Çevlik Beldesi'ne gittim. Kendime denize gelmiş süsü vererek, kaldığım 4-5 gün içerisinde bu yöredeki askeri tesislerin resimlerini çektim. Daha sonra, İsmail Erdoğan kod adlı Ahmet Kılıç ile Antakya'da yaptığımız örgütsel buluşmada Suriye'den istenen resimleri çektiğimi söyledim. Bu örgüt mensubu da bana, filmi makinadan çıkartmamamı ve tab ettirmeden makina içerisinde Suriye'ye götürmemi söyledi. Ben de, bunun üzerine içerisinde resimlediğim askeri tesislerin fotoğraf filmi bulunan makinayı kendi evimizde bana ait olan eşyaların içerisinde muhafaza ettim. 17 Ağustos'ta Samandağı çıkışındaki Kar Ticaret'in yanında İsmail Erdoğan'la buluştuk. 2 gün sonra aynı yerde buluşmamızı ve kendisinin THKP-C-Acilciler örgütünün Suriye temsilcisi Ali Zeya kod adlı Hasan Hüseyin Demirci'ye verilmek üzere, içerisinde örgütle ilgili önemli dökümanların bulunduðu bir zarf vereceğini söyledi. 19 Ağustos'ta buluşma yerine gittim. Vermiş olduğu zarfı alarak 21 Ağustos'ta zarfı ve filmi Suriye'ye götüreceğimi söyleyip, ayrıldım." 

Sınırda yakalandı 

21 Ağustos'ta valizine birkaç eşofman, viski koyarak ve kendisine bavul ticareti yapıyormuş süsü vererek örgütsel dökümanların bulunduğu zarfı ve askeri tesislerin filmi alarak otobüse binen Ecevit Bahçecioğlu'nu uzun süredir izleyen MİT ve Emniyet İstihbarat Şubesi ekipleri, bağlantılarını belirleyebilmek için son dakikaya kadar operasyon yapmadılar. Bahçecioğlu, sınır kapısından tam çıkarken istihbarat görevlileri harekete geçti. 

Bahçelioğlu, ifadesinde nasıl yakalandığını şöyle anlattı: "Cilvegözü kapısında yapılan kontroller sırasında güvenlik görevlileri valizimde arama yapıp, THKP-C-Acilciler Genel Sekreterliği'ne yazılmış örgütün Türkiye dönem raporlarını bulmaları üzerine söz konusu örgütsel dokümanlar ve filmlere el koydular." 

İfadesinde, örgütün Genel Sekreterliği'ni Mahir-Bedrettin kod adlarını kullanan Mihraç Ural'ın yaptığını kaydeden Ecevit Bahçecioğlu, örgüt ile ilgili ayrıntılı bilgi verdi. 


SABAH gazetesi, 15 Ekim 1998